11 Haziran 2023 Pazar

Erdim mi, eridim mi köpeklerin havlamalarına?

İstanbul’daydık. Ortaköy’de ev tutmuştuk. Altı kişi kalıyorduk. Dereboyu Caddesi’nden Şişli’ye yürüyorduk sabahları veya akşamları. Yıldız’dan ve Akaretler’den çıkıyorduk veya iniyorduk. Servislere gidiyorduk. Karşıya geçiyorduk vapurla bazen, bazen Beylerbeyi’ne, Küçük Çekmece’ye gidiyorduk çağrılara. Günde en fazla üç ziyaret yapabiliyorduk. Cep telefonları yoktu henüz. Nöbetleşe telefon nöbetleri tutuyorduk. Akşamları hataları alıyor programı düzeltiyorduk. Yeni ekranlar, yeni dilekçeler, yeni raporlar, yeni biçimler üretiyorduk. Suları acıydı içilmiyordu. Damacalarla su alıyorduk. Suları kesikti yıkanamıyorduk gönlümüzce. Sevgilileri geliyordu arkadaşların, başka evlerde geceliyorduk, Gümüşsuyu’nda, Taksim’de... Bazen eski arkadaşlar konuk ediyorlardı sofralarına bizleri. Mecidiyeköy’den Kartal’a uzanıyorduk bazen kalmak için bir evde. İki saatlik yollarda kitapların kurtları olmuştuk veya hep konuşuyorduk işimizden. Gemici dostlarımız olmuştu. Kara gocukları ile zebanilerimizdiler, bir ayı gücünde, bir kurt çevikliğinde. Beyoğlu’nun arka inlerinin kapılarından korkmadan giriyorduk. Sabahları banliyö trenleriyle Haydarpaşa’da dindiriyorduk yorgunluğumuzu. Sokak çocukları delik deşik ediyorlardı kapılarını ruhlarımızın. Kafaları üç numara tıraşlı ve yara bere içinde.

İstiklal caddesi ilk önce bir esrar bağımlılığıyla çekiyordu bizi kendine. Karaköy’den tünelle yukarı çıkıyorduk. Yüzümüz kızarmadan arkasından yürüyorduk orospuların. Laflar atıyorduk, cesaretten değil de kırmışlıkları hayatlarının, bizleri sallamıyorlardı. Yalnızca sırnaşık bir gülümseme yayılıyordu yüzlerinde. O kadar. Ne bir söz ne bir laf. Yürüyüp gidiyorlardı.

Galatasaray Lisesi’nin köşesinde dinleniyorduk kimi. Postaneden telefonlar ediyorduk. Sonra bir yukarıya ta Taksim’in göbeğine, bir Sıraselvilerin dibine, Cihangir’e ya bir Tarlabaşı’na voltalıyorduk. Akşamlar geceye dönüyordu. Dolmabahçeden, o ıhlamur ağaçları ve her türlü ağaçlarının rayihalandırdığı geniş yoldan yürüyorduk Ortaköy’e. Ortaköy rıhtımına gidiyor çay bahçelerinin müdavimliğine takılıyorduk. Pırıl pırıl aydınlatılmış camiden köprünün bacaklarına bakıyorduk. Gerdanına takılmış gibi bir inci kolyeye bakar gibi ışıklarına ve askılarına bakıyorduk. Askı koparsa nasıl da soyunur diye düşler kuruyorduk, boğaz… Çırılçıplak… Köpeklerle oynaşıyorduk.

Hafta içidir. Kimseler yoktur. Meyhanelerden mezgit, midye, balık kokuları. Ağzımızda sigara dolaşıyorduk sokak ararında. Çıkanlara bakıyorduk, girenlerin peşinden gözlerimiz giriyordu içeri. Suyun sesi yatıştırıyordu ateşimizi.

Hep bir an terk etmenin gölgesi geçiyordu içimizden hemhal olamıyorduk İstanbul’la. Hayaller kuramıyorduk, gelecekler inşa edemiyorduk, hep çıkışlarına bakıyorduk. Biz oraydık ama orada değildik. Hiç olamayacakmış gibi geliyordu. Hak etmediğimizi düşünüyorduk. Bizi tüküreceğini düşünüyorduk. Bize üvey evlat gibi davranacağını düşünüyorduk. Onun çocuklarına benzemiyorduk. Yırtmıyorduk yüzünü, parçalamıyorduk bağrını. Tiz fren sesleriyle, hız tutkularıyla ağzına yüreğini getirmiyorduk İstanbul’un. Yangınları olmuyorduk, ateşlerinin kibriti değildik, kızların ağzında çürük sakızlar gibi çiğnenmemiştik, özel telefon numaraları değildik, gece sabahlarına sarhoş yatanlar değildik.

Gidip de dönemeyecekmiş duygusu sökün ediyordu, kendimizi çekiyorduk geri. Şarkılarımız yoktu, olanları bilmiyorduk, bildiklerimiz yavan geliyordu İstanbul’a. Başımızı çeviriyorduk. Tütünevinden konyağımızı ve sigaralarımız yüklenip gecemize çekiliyorduk. Teslim alacak elimizde tek bir kurşun yoktu, namluyu ensesine dayayacak İstanbul’un.

Evimize giriyorduk dört beş kişi evde. Yemek yapanlar, bulaşık yıkayanlar. Çay içenler ve bilgisayarların başında üstleri çıplak oturup kodlara gömülenler. Burundan hırsla alınıp verilen soluklar. Bağrışlar. Tehditler. Bir masadan yükselen kahkaha.

Oturup yazıları veriyorduk. Anlatıyorduk. Şekiller çiziyorduk. Problemler çözüyorduk. Saat gece on iki. köprünün üstünden araçların homurtuları. Korna sesleri. İtfaiye arabasının kırmızı siren lambası…ses gelmiyor buraya kadar. Parmağınla kapattığın köprü o kadar uzak, o kadar büyük ve o kadar yutucu ki…

Pencereleri açıyoruz. Havalanıyor içi sigara ve ter kokusundan koğuşlara dönmüş bir salon. Çaydanlığın buharı. Burası değil İstanbul. Dışarısı İstanbul. Burası bir ömür törpüsü, işin tapınağı, paranın terminali, lüksün çığırtkanı, dışarısı İstanbul. Şu kadar satarsak, şu kadar bayimiz olursa, şunu yaparsak…şu kadar şu kadar…Hep konuşulan paraydı. Şunları ödesek… diyorum ki, olursa da şunu alırız. Burası değil, evet değil, dışarısı İstanbul.

Tekrar çıkıyorum yumurtalı peyniri yedikten sonra.

İstanbul’un köpekleri saldırmazlar… Sürü olarak dolaşırlar, çöpleri insan dostlarıyla karıştırırlar… Saldırmazlar. İniyorum cadde üzerine yürüyorum. Muallim Naci’den devam ediyorum Bebek’e doğru. Yürüyorum kıyıdan. Kordon’da yürür gibi. Kızlara bakıyorum, genç oğlanlara, yaşlı zamparalara, arabalara bakıyorum. Ta karşıda Baltalimanı’nın ışıkları görünüyor kıyı üzerinde. Kemik Hastanesi.

Yürüyorum.

Bu İstanbul almaz bizi içeriye diyorum. Bir nohutlu pilav parası ile işgalcisi olamazsın diyorum İstanbul’un. Yürüyorum. Elinde askısında çay satan adamdan çay alıyorum. Gece bire geliyor. Esen bir İstanbul. Taşa oturuyorum hala sıcak. Hangi köpek sürtündü, bir kız oturdu mu, bir çocuk ayakkabılarını bağladı mı, bir kedi üzerinden atlayıp geçti mi…düşünmeden oturuyorum taşa. Oturduğum sanki ben, kavruluşunda İstanbul’a bir taş olmanın hazzında.

Çayımı içiyorum. Sigaramı yakıyorum. Göze almıyorum sonuna kadar yürümeyi. Yatağı özlüyorum. Uykuyu özlüyorum. Sabaha kalkmayı ve bir günü daha tüketmeyi özlüyorum. Tükettikçe erimeyi özlüyorum. Bir şey kalmamacasına dağılmayı özlüyorum. Geri dönüyorum. Taksiler korna çalıyorlar, selektör yapıyorlar, başımı bile çevirmiyorum. Geri dönüyorum. Kara köpeğe selam çakıyorum. Neden kimse yok diyorum yanımda, benimle İstanbul’a gelmeyenlere küfrediyorum. Bir anın hazzına plastik tatları tercih edenlere kızıyorum. Eve dönüyorum. Kaçmayı düşlüyorum İstanbul’dan. İstanbul buğusunun gelmeyeceği diyarları geçiriyorum aklımdan. Deniz bağlıyor her şeyi İstanbul’a, kurtulamıyorum İstanbul’dan.

Eve dönüyorum. Hava sıcak. Soluklar, horlamalar, osuruk kokuları, pencereler açık, ince mavili beyazlı pikeyi bırakmışlar bana. Koltuğun yastığını yastık yapıyorum, ter ve kıç kokulu yastık, kıvrılıyorum kanepeye.

Uyudum mu ne?

Saat kaç?

Neden uyandım. Bir şey mi oldu?

Artık uyku yoktur terk etmiştir. Dönersin de dönersin.

Sabah seni sarsarak uyandırır biri. O bile kolay kalkmadığına göre ve senden önce ayaktaysa, hem geç uyumuşsun dalmışsın veya sızmışsın ve sabah da bayağı geçirmişsin demektir. Kalkarsın, yüzüne eğreti bir su çarparsın, eğreti kurularsın. Saçını eğreti parmaklarınla arkaya yatırırsın.

Çayı içersiniz arkadaşlarla. Tekrar yola düşersiniz.

Hayaller vardır. Konuşarak hayallerini giderler, konuşarak hayallerini gelirler. İsimler, projeler, işler... Ama sular akar. İstanbul'dan geriye dönersiniz. Umutsuzluklara, tekrar görülecek rüyalara.

İçinizde büyük bir parça orada, İstanbul'da kalmıştır. O büyük parçayı almaya mutlaka gideceksinizdir. Artık göze alamamaktasındır belirsiz ve plansız bir yarını. Dışarılara çıkarsın. Yırtarsın, çalmadık kapı bırakmazsın iş diye.

Zamanlar sonrası …

Hep İstanbul’da eğreti kalacağımı düşünmüştüm. Hep eğreti kaldım. Ankara’da da eğreti kalacağımı düşünmüştüm. Ama İstanbul gibi tükürmedi beni Ankara. Bir kedinin ölü fareyle oynaması gibi hala oynuyor. Lime lime etti beni. Bense ölmemeye direniyorum. İstanbul daha insaflı Ankara’ya göre. O oynamıyor kesip atıyor kendine yaramayan kısmını. Ankara, çöp kadınlar gibi, kullansa da kullanmasa da seni saklıyor bir yerlerinde belki kullanırım diye. Ara sıra hepsini çöpe gönderiyor biriktirdiklerinin. Sonra tekrar biriktirmeye başlıyor.

Eve bir gölge gibi sızıyorum akşamları. Odama çekiliyorum. Hiç temasım yok hiç kimseyle. Sokakları seviyorum. Boş odaları, sessiz evleri seviyorum. Sıcakta pişerken beynim mutlu oluyorum. Çöllerime gitmeyi kuruyorum. Bir bedevi gibi. Ateşin beni eritmesini, karartmasını ve kurutmasını istiyorum. Nane çaylarını kristal bardaklarda yudumlamak istiyorum. Suları yalnızca ağzımı çalkalamak için kullanmalıyım. Kendimi pişirmeliyim, içime dönerek yatıştırmalıyım açlıklarımı, zihnimden emirler vermeliyim ve bedenim onları yerine getirmeli. Yürümeliyim, yüzmeliyim, tırmanmalıyım. Çaylar içmeliyim, vahaların hurmalıklarında ölümü düşünmeliyim. Serinlikler bile ateşe dönmeliler. Akreplerin zehirlerine el koymalıyım. Kobra yılanları beni görünce korkmalılar. Engerekler yollarını değiştirmeliler.

Kötülükleri yaymalıyım. İyilik adına ne varsa, sahteliklerini yerle bir etmeliyim. Vicdanların yatıştırmalarını infaz etmeliyim, şefkati dağlara bırakmalıyım. Bakalım şefkate şefkat gösteren olacak mı? Acımayı acıya çevirmeliyim. Kimseye minnet duygusu aşılamasın. Başına kakmaları başına kakmalıyım iyiliklerin.

İnsanları esir eden bu ruh dehlizlerine dinamitlerimi yerleştirmeli ve infilak ettirmeliyim.

İşte bundan sonra insan gibi insanlar bizleri bekleyecekler. Biliyorum

Başka türlü arınamam biliyorum.

Erdim mi, eridim mi köpeklerin havlamalarına?

Sen söyle…

Hiç yorum yok:

Bir Bildiri Hakkında

Tarih: 09.12.2023 Yazar: Zühtü Kayalı LUDWİG WİTTGENSTEİN VE MANTIKSAL FELSEFE İNCELEMELERİ (TRACTATUS) LUDWIG WITTGENSTEIN AND LOGIC PHILOS...