
[John Ruskin-İngiliz sanat eleştirmeni ve toplumbilimci (1819-1900)]
PRAG’DAN ANTALYA’YA...
Barınak, in, konut, işlik, yerleşim, köy, kent, ülke. İnsanlığın, başlangıcından bugüne dek bir topluluk olarak yaşaması, yaşam kültürünü üreterek kendine has bir toplumsallık geliştirmesi, mekansal kategorilerle bağlantılıdır. Bireylerin aile, klan, kabile, köy, kavim, cemaat, sınıf, ulus olarak alttan üste katmanlaşma yoluyla örgütlenmesi ve geleneklerinin, değerlerinin, maddi ve manevi birikimlerinin sonraki kuşaklara aktarılmasında, yaşanan mekanların ve bu mekansal kategorilerin yansımalarını görmemek mümkün değil.
Babil zigguratlarından Mısır piramitlerine, Akha –Yunan- akropollerinden, Maya tapınaklarına, Eskimo, Lapon buz evlerinden Amerika yerlilerinin çadırlarına tüm kültürlerin üretilmesi, ancak mekansal kurgular içinde gerçekleşmiştir.
Yaşanılan mekanların, toplumun içinde bulunduğu coğrafyanın ve iklimin sınırlarında düzenlenmesi bir zorunluluk olmuştur başlangıçta. Ormanın olduğu yerlerde mekanın ana maddesi ağaç iken dağlarda yerleşime olanak sağlayan mekan malzemesi taş olmuştur. Yaşanılan coğrafya ve iklim sınırlılıkları ile yaşama müdahale ederken, kişilikleri belirlemekten de geri durmamaktadır. Kişiliklerimizin kimi özellikler coğrafyanın ve iklimin bize armağanıdır.
Bilimsel olarak kanıtlanmıştır: Bir çocuk doğduktan sonra sürekli olarak en az 10-11 yıl bir yerde yaşamışsa –kısmi ayrılıklar hariç-, o bölgenin coğrafi ve iklim özelliklerinin dışındaki bölgelerde yaşamak zorunda kaldığında büyük uyum sorunları yaşar. Moskova’da –30 derecede yaşamaya alışmış ya da alıştırılmış bir çocuğun o soğukta burnu bile akmazken, +10 derecedeki bir sıcaklıkta gözleri yaşarır, derisi yanar. Güneşe Akdenizliler kadar teşne değildir. Örnekler çoğaltılabilir.
Gelelim konumuza: Niçin bu kadar çok ve farklı mimari tarz var? Mekanlar niçin bu denli farklı şekillerde ve farklı ihtiyaçlara göre tasarlanıyor?
Bugün neden yaşam alanlarımızın tasarımı, inşası tarz olarak tekleşme eğilimi gösteriyor?
Mekanların farklı mimari ve inşa tarzlardan, tekleşen mimari ve inşa edilme süreçlerine döndüğü açık. Ancak bu kimi örneklerle yanlışlanabilir diyebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki, örneğin Prag’ın, Moskova’nın, Varşova’nın, Hannover’in, Budapeşte’in yüksek, taş duvarlı, dik çatılı, oluklu kiremitli binalarına karşın İtalya’nın, Türkiye’nin, Yunanistan ve Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki yerleşim yerleriyle Kuzey Afrika ülkeleri, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail’deki mekanların yapısı neden farklı?
O zaman en başa tekrar dönelim ve bu kez mekanın tarihten bugüne dek tasarımı üretimi ile ilgili gelişmeleri gözden geçirelim elimizden geldiğince.
Birinci Dönem: Coğrafi ve İklimsel Özellikler Açısından Farklılaşma
Yaşanılan, çalışılan mekanların, açık ya da kapalı olarak tasarlanması, tasarıma uygun olarak inşa edilmesinde, hem tasarım aşamasında hem de inşa aşamasında belirli coğrafi ve iklimsel sınırlılıklar vardır. Bu sınırlılıklar mimari ve inşa tarzlarını belirler. Kıta Avrupası olarak bilinen Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Macaristan gibi ülkelerdeki yapıların egemen tarzı yüksek taş yapılar, sivri çatılar, kalın duvarlarla karakterize edilmiştir zihinlerimizde.
Bu tarz mimarinin gelişmesinde, bu bölgede etkinliğini sürdüren iklim ve malzeme kaynakları belirleyicidir. Uzun süren kışlar ve soğuklar, sürekli kar yağışı, yağmurlu yaz ve baharlar.
Mekanlar, bölge insanlarını bu etkilerden olabildiğince koruyacak özelliklerle donatılmışlardır. Karların yığılması sonucu ortaya çıkacak yüklerin çatıları yıkmaması, uzun süreli yağmurlar nedeniyle çatılarda su birikintilerin kalmaması için dik ve sivri çatı mimarisi geliştirilmiş olabilir.
Şehirlerdeki yapıların ana malzemesi dış cephelerde büyük taş bloklar iken iç düzenlemede ahşap kullanılmış. Taş bloklar iklimsel etkilere daha uzun süre dayanırken ahşap, iç yapıdaki ısı yalıtımını en iyileyecek niteliklere sahip olduğu için özellikle tercih edilmiş olabilir.
Şehirlerdeki diğer bir karakteristik özellik de büyük bloklar ve simetrik planlardır. Bu özellik, kıta Avrupasındaki yerleşim düzeyini belirler.
Kıta Avrupasının kentlerinde görülen bu tarz, kırsal kesimde malzeme değişimi ile sürer. şehirde kullanılan taşların yerini kütükler almıştır. Ancak binalar yüksek olmadığı için saçakların özellikleri kentlerdeki kadar net değildir. Buna karşın çatı tasarımı yine dik ve sivridir genel olarak.
Akdeniz tarzı mimaride ise ağır, büyük yapılar yerine daha parçalı, minimal bir tarz hakimdir. Taş, kerpiç, tuğla, ahşap belli oranlarda hem dış cephede hem de iç mekan düzenlemesinde birlikte kullanılırlar. Bu bölgelerde iklimin etkisini, daha hafif inşaat malzemesi, beyaz renk, düz damlar, geniş hayatlar (açık sofa) olarak görmek mümkündür. İşlevselliği, pratiklik ve hafiflik belirlemektedir. Kıta Avrupasında görülen sistemli, kurallı tasarım yerine, Akdenizde gereksinimlere uygunluk ilkesi öne çıkmaktadır. Bu bağlamda kıta Avrupası çok önceden kanalizasyon sorunlarını, evsel atıklarına ilişkin sorunları 19. yüzyılın sonundan itibaren sistemli ve planlı tasarıma uygun olarak çözdüğü halde Akdeniz tipi mekansal tasarım, kentsel formlarını ve atık sorunlarını çok sonradan çözmeye başlamıştır. Kıta Avrupası için atıkların deşarj edilebileceği bir denizler yoktur çünkü.
Akdeniz ve kıta Avrupası dışında bir üçüncü Avrupa modeli daha vardır. Özellikle İngiltere, İrlanda, Danimarka, Hollanda gibi denizin ve su etkilerinin çok olduğu, parçalanmış kara parçalarının, fiyortların mekana hükmettiği bu tarzda kıta Avrupasına göre daha boşluklu ama sürekli bir mekan tasarımı görülmektedir. Tuğla, taş, demir gibi malzemeler dengeli bir biçimde birlikte kullanılmaktadır. Rüzgarın, okyanusun, nehirlerin, bu tarzların seçiminde başat bir etkisi vardır.
Kuzey ve Güney Amerika’daki tarzlar bir anlamda kıta Avrupası, İngiltere ve Akdeniz tarzlarının; bölgelere göre ve bölgelerde yaşayan mimarların ve mühendislerin Avrupa’dan geldikleri bölge tarzlarının bir çeşit yorumu olarak değerlendirilebilir. Buna karşın aynı karşılıklı incelemeleri, Asya’da Japonya ve Çin’deki yapılaşma tarzı ile Hindistan ve İran’daki yapılaşma tarzı ile karşılaştırabiliriz.
Bu saptamalar mekansal üretim tarzlarının ayrılmasındaki birinci döneme denk düşüyor. Mekansal tarzlara coğrafya ve iklim kadar etki eden ikinci ayrılma dönemi ise kültürel koşullardır.
Tüm bu karşılaştırmalarda göçer toplulukların mekansal tarzlarına bir gönderme yapmadığımızı anımsatalım. Göçer toplulukların mekan irdelemeleri bu yazı sınırları içinde değildir.
Mekansal üretimlerin başat tarzlarını kültürel boyutları ile de ele almak gerekiyor.
Kıta Avrupasına ve Akdeniz bölgesine yine geri dönelim. Bu bölgelerde dinsel yapılara baktığımızda kimi mezheplerin ve/veya tarikatlerin yoğunlaşmalarına göre muhteşem, devasa büyüklüklerde katedrallerden, mütevazi, küçük şapellere; rokoko tarzı aşırı arabesk süslemelerden, minimal ilkelere bağlı sade tapınaklara dek farklı tapınaklara rastlamak mümkündür. Bu farklı tapınaklar hem kıta Avrupasında, hem Akdeniz bölgesinde birbirine karışmış olarak görülmektedir. Aynı şekilde İslamın etkinliğindeki Anadolu’dan, Endülüs’e ve oradan Mısır’a, İran’a, Hindistan’a dek en büyüğünden, külliyelerden, en küçük mescide; içi çinilerle oya gibi işlenmiş iç mekanlardan, beyaz, temiz ve badana kokulu camilere dek mekanlara da rastlanılmaktadır. Bu tarzlar burada niçin coğrafi ve iklimsel tarzlar gibi ayrılmış değil de iç içe geçmiştir?
Bu farklılaşma kültürler açısından bir farklılaşmadır.
Umberto Eco’nun “Gülün Adı” isimli romanı, ortaçağ felsefesini roman formunda aktaran ve tartışan bir yapıt. Bu yapıtta Vatikan ve Engizisyon ile Benedikten, Fransisken gibi tarikatler arasındaki tartışmalar aktarılır. Bu tartışmaların iki tarafı vardır. Birinci taraf “Hz. İsa yoksuldu ve yoksul öldü. Onun dünyevi ihtirasları yoktu. O bir iktidar doktrini vaz etmedi. Yalnızca Tanrının yeryüzündeki temsilcisiydi ve tanrının sözünü insanların yüreğine yaymak istiyordu” derken diğer taraf da “Tanrı sözünün yeryüzünde hakim olması için güçlü olunmalıdır. İnsanın nefsi, istekleri kırılmalı ve Tanrı için, Tanrının yeryüzü hükümranlığı için kendisiyle birlikte herşeyini kiliseye vermelidir. Kilise bu güç ile Tanrı sözünü yeryüzüne hakim kılabilir ancak. Hayatın her alanında tek belirleyici kilise ve onun kardinalleri” diyordu.
Bu tartışmanın nasıl bittiği biliniyor.Bir dönem engizisyon ve ikinci görüşü savunanlar Avrupa’yı, Güney Amerika’yı, Asya’yı yönetirken bir dönem sonra ilk görüş bu Tanrısal iktidarın kilise eliyle dünyevileştirilmesine tepki olarak laik bir kimlikle ortaya çıkıyordu. Bu iki ucun felsefesi ve dünyaya bakışlarının yansımalarını mekansal tarzların kültürel farklılaşmasında da izlemekteyiz. İkinci görüşü savunanlar devasa kiliseler ve katedraller inşa ettirdiler. İnsanı dev yapılar karşısında, aciz, güçsüz ve silik duruma düşürdüler. Muazzam büyüklükler altında bireyin ruhu ezildi, silikleştirildi. Sn. Petersburg, Paris, Madrid, Moskova, Roma’daki tapınaklar büyük, süslü ve insanı ezen bir tarzda inşa edilmişlerdi. İngiltere’deki Angilikan kiliseleri ise bu kiliselere oranla daha mütevazi idi. Ortaçağın dinsel kaosu döneminde geri çekilen birinci görüşü savunanlar sarp kayalara, gözden ırak köşelere daha sade, daha işlevsel mekanlar inşa ettiler. Doğal yaşam koşulları altında dinsel inanışlarının gereklerini yerine getirirken, merkezleri ele geçiren ikinci görüş doğal yaşamı tamamı ile dışlamış, kendi derin felsefi söylemlerine dalmıştı.
Aynı ayrışmayı müslüman topluluklar için de Celaleddin Vatandaş’ın yazdığı “Vahiyden Kültüre” adlı yapıtından izleyebiliriz. Kültürel islamın etkinliğini artırması ile birlikte ortaya çıkan iktidarlar, özellikle Emeviler ve Abbasiler başta olmak üzere, dinsel, ekonomik ve siyasal hiyerarşiyi Engizisyonun benzeri -tamamen aynı amaçları taşımamakla birlikte- dinsel yapılarla ve onların psikolojik etkileriyle sağlamıştır. Vahyi öne çıkaran, bu kudreti, iktidar adına meşrulaştırmayan anlayıştaki cemaatlerin dinsel mekanları daha minimal, yalın bir tarza sahiptir. Güç adına Taj Mahal’den Endülüs’e sanat değeri çok yüksek süslerle süslenmiş bir mimariden, gündelik yaşamla daha iç içe okulu, çarşısı, camisi ile beraber devasa Osmanlı külliyesine, Mevlevihanesinden Yunus Emre gibi “Tanrı her yerdedir” anlayışı ile ibadet yapılabilen ağaç altına dek bu ayrım görülebilir. O dönemin siyasal konjonktüründen dolayı –özellikle Yavuz Sultan Selim zamanında İran’daki Safevilerle yapılan savaşlar döneminde- Anadolu Aleviliğinin dağlara, derin vadilere saklanması ve kendi içselliğinin mekansal tarzlarını üreterek dinsel korkunun oluşturduğu mekan tasarımı ve kullanımı da başka bir farklılık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dinin bu bağlamda, mekansallığa, Hinduizm, Brahmanizm, Budizm ve özellikle Japonya’da Şintoizm ile, kattığı yeni boyutlar da ayrıca irdelenebilir.
Din dışında, diğer kültürel formlar açısından farklılaşmanın mekansal tasarıma etkisi, özellikle imparatorluklar döneminde farklı ırk, kavim, topluluk ve dinden insanların fetihler aracılığı karışması sonucu ortaya çıkmıştır.
Farklı meşreplerden toplulukların zorunlu olarak biraya getirilmesi sonucu farklı kültürler arasında ortaya çıkan kültürel değer değiş-tokuşu, örneğin Balkanlarda bir Hıristiyan-İslam ya da Bulgar-Türk, Romen-Türk, Rum-Türk gibi tarzları doğurmuştur. Bu bağlamda Hindistan’da İngiliz, İran’da Hind, Mısır’da ve İspanya’da Arap, Çin’de Fransız, Kuzey Amerika’da İtalyan ve İngiliz, Güney Amerika’da İspanyol, Portekiz, İtalyan ve İngiliz etkileri görmezlikten gelinemez.
Bu kültürler arasında en dikkati çeken etkileşimlerden biri olarak, tarihsel açıdan bakıldığında, İspanya’da Endülüs aracılığı ile Arap etkisini söyleyebiliriz. Bugün bile bu etkileri Barselona, Grenada, Sevilla vediğer İspanyol şehirlerinde izleyebiliriz. Müzik açısından "flamenco", Arap etkisinin en önemli görünümlerinden biridir. Arap müziğinin aksak ölçü yapısından kaynaklanan hareket, canlılık ve ritm, "flamenco"nun belirgin karakteristiklerindendir.
Yine Bizans-Selçuklu ve Bizans-Osmanlı kaynaşması kültürler arası geçişin tipik özelliklerindendir.
Üçüncü Dönem : Sınıfsal Farklılaşma
Walter Benjamin'in 19. yüzyıl Başkent'i Paris denemesinin bir konu parçası Haussmann ya da barikatlardır. Paris'in yıkımı ve kapitalist kentsel yeniden yapılanma süreci ile Paris proletaryasının 1930'larla başlayan başkaldırısının simgesi olan barikatlardır.
1850-1860'larda, Baron Haussmann, III. Napolyon'un yetkilendirmesiyle, kapitalist modernleşmenin gereklerine uygun olarak Paris'i yıkar ve yeniden yapar. Haussmann dünyanın gelmiş geçmiş en hırslı kent plancısı adıyla tarihe geçer. Göçle ve yeni ihtiyaçlara karşılık gelecek yapı ve düzenlemelerin yokluğuyla içinden çıkılmaz ve sıkışık bir kent haline gelmiş Paris'i, sermaye birikiminin ve devletin bekasının gereklerine göre yeniden planlar ve yapar.
Kent ve bölge planlamada merkezi kontrol etmek giriş ve çıkışları denetim altında tutmak üzere geniş arterler açıldı. Merkezden girişlere doğru dört yönden açılan bu arterlerin kenarlarına simetrik ve blok yapılar inşa edildi. Böylece Paris’in savunması için önemli mekansal avantajlar sağlandı. Artık tüm metropoller, olası sınıfsal direnişlere, işgallere karşı silahlı gücün şehri ve mekanı kolaylıkla denetleyebileceği bir forma getirilmiş oldu.
1871 Paris Komün günlerinde burjuvazi ile işçiler arasında kanlı bir savaş yaşandı. Baron Haussmann'ın açtığı geniş arterler üzerinden Paris dışındaki Fransız Ordusu komün tarikatlerine bütün gücüyle yüklendi ve Paris düştü. Bu düşüş, mekansal tarzlarda devrimci bir dönüşüme öncülük etti.
İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletlerinde kapitalizm yeni toplumsal form olduktan sonra sistemin ruhuna uygun olarak meta üretimi süreçleri belirleyici hale geldi. Üretimin sürekli ve artan bir ivmeyle yükselmesi, talep edilen malların pazara uygun koşullarda ve bol miktarda sağlanabilmesi için üretim sürecinin de bir yönden revize edilmesi ve karı en iyileştirecek, gözetecek biçimde planlanması gerekiyordu. Bu planlamanın asli unsuru iş gücü, işçi, insan faktörüydü. Bu faktörü üretim sürecinde daha uzun süre kullanabilmek, 24 saat üretim yapabilecek bir biçimde üretim yerinde hazır tutabilmek gerekiyordu. Bu nedenle fabrika yakınlarında ya da arazileri içinde işçi evleri, işçi lojmanları inşa edilmeye başlandı. Bu evlerin ya da odaların temel işlevi işçiler için bir yuvadan çok yemek yemek, üremek ve uyumak için gerekli olan mekanlar olarak tasarlandı. Herhangi bir sosyal etkinliğin, eğitimin bu tasarımlarda yeri yoktu. Bu işçi bloklarının ya da mahallelerinin ek sosyal etkinliği kiliselerce yerine getiriliyordu. Pazar ayinleri ve topluluk oyunlarıyla birlikte. Başka bir sosyalleşme olanağı mümkün kılınmıyordu.
Bu tarzın fikir babalığını ise ütopik sosyalistlerden Fourier yapmıştı. Fourier’in kurguladığı Phalanstére’ler yeni bir toplum projesinin birimleri iken kapitalist üretim tarzı bu düşünceyi kendi çıkarları yönünde kullanmaktan geri kalmadı.
Bu yerleşimlerde ortak mutfak, ortak banyo, ortak çamaşırhaneler vardı. Böylelikle daha düşük maliyetlerde barınmadan daha çok sayıda işçi yararlanacaktı. Böylece üretim gücünün dinlenme ve üretim sürecine yeniden günlük kazanımının maliyeti düşmüş olacaktı.
Bu anlayış belli bir dönem varlığını sürdürdü. Bu karşın sistemin düşünemediği yeni bir durum ortaya çıktı: İşçiler bu aşırı sömürüye karşı bir arada olmalarının verdiği iletişimin ve etkileşimin yardımıyla kendi aralarında patronlara karşı hızla örgütlendiler ve fabrika direnişleri, işgalleri başladı. Büyük grevler yapıldı.
Üretimin yavaşlaması, kar transferinin gerçekleşmemesi, alternatif ideolojilerin ortaya çıkışı, kapitalist işletmeleri ve patronları zor durumda bırakıyordu.
Bu sürecin sonunda yeni bir yerleşim kavramı ortaya çıktı: Banliyö.
İşçinin üretim yaptığı mekanla yaşadığı mekanın bir olması, üretim sürecinin her safhasından, diğer işçiler aracılığı ile haberdar olması, onunla patron arasında her durumda önemli gerginliklerin ortaya çıkmasına neden oluyordu. Ürünün maliyetini biliyor, karını biliyordu. O, üretilen ürünün bir parçası, organik bir bölümü idi. Bu organik bağın kırılmasında, üretim sürecinin parçalı yapısından bütüncül anlayışına sıçramaması için, işçinin, ürünün üretim niteliği ile ilgisinin koparılması gerekiyordu. Bunun tek yolu yaşanılan mekanla, üretim yapılan mekanı birbirinden oldukça aralıklı olarak yerleştirmekten geçiyordu. Toplu ulaşım araçları, tren, treylobüs, metro gibi ulaşım araçlarıyla bir-iki araç değiştirmek suretiyle üretim yapılan yere gidilmesi yönündeki program geciktirilmeden yürürlüğe sokuldu. Avrupa’nın ilk metroları böylesi bir dönemde ortaya çıkmaya başladı. Yakın kentler arası demiryolu işletmeciliği bu dönemlerde ivme kazandı. Artık bir fabrika kentleri, bir yerleşim kentleri kavramı ortaya çıktı. Manchester fabrika kentiydi. Liverpool limanı ve tersaneleri ile ünlü bir kentti. Sussex bir banliyö idi. Marsilya liman kentiydi. Alsace bir sanayi kentiydi. Schalke kömür madenleri yönünden zengindi. Her kentin maden, fabrika, sanayii yönünden tarihsel geçmişleri vardı. Üretim açısından bir tarihsel geçmişi olmayan banliyöler, küçük kasabalar, işçilerin barınmaları için yataklık eden mekanlardı. Fabrikaların, madenlerin tersanelerin yoğun olduğu üretim merkezlerinin yakınlarında trenlerle, toplu taşım araçlarıyla ulaşılacak banliyöler vardı.
Banliyölerin başka iki özelliği daha vardı. İlki bu merkezler, kültürel merkezlerden olabildiğine uzaktırlar. Şehrin merkezine yakın değildirler. Bu bağlamda Şehir merkezindeki fikir hareketlerinden, politika ve siyasetten, kültür etkinliklerinden uzak ve yalıtılmışlardır. İkinci özellik ise küçük bahçe, balkon gibi mekan tasarruflarıyla, çiçek yetiştiriciliği, hayvan hobisi gibi küçük uğraşların teşviki olanaklı kılınmış ve üretici gücün kendi, mütevazı (!) dünyasında küçük mutluluklarla yetinir olması sağlanmıştır.
Metro olgusu, toplu taşımanın, aynı şehir içinde üretim yerleriyle barınma yerlerinin zıt ve uzak, ama kent sınırı içinde eklemlenmesinin sonucudur. Metro ile üretmeye gidersiniz. Metro ile uyumaya gelirsiniz.
Metronun küçük, diğer bir işlevi de sosyal (!) yönüdür. Özellikle büyük merkezlerde, -New York, Tokyo, Paris, Londra gibi- kapitalist ilişkilerin sonucu toplum dışına itilmiş, yedek lümpen bir güç olarak sistem için her an bir şekilde kullanılma potansiyeli taşıyan ya da sisteme karşı çıkışın kaba gücü olarak zararlı kabul edilen yoksulların, geceleri barınmaları ve yatıp uyuyabilmeleri, sert kışlarda yaşayabilmeleri için metro istasyonlarının kullanılmasına izin verilir.
Televizyonlarda izlemişsinizdir. Sabahleyin Tokyo metrosu istasyonlarında büyük ambalaj kutuları üst üste ve yan yana dizilidir. Bu kutular, Japon yoksulların gece uyku mekanlarıdır. Gece metro istasyonlarında konaklamakta olan yoksullar, sabahın ilk metro seferi ile istasyonları boşaltmaktadır.
Üretim sürecinin bu denli karmaşık olmadığı kırsal bölgelerde mekanların üretim tarzı yönünden ayrışması daha belirsizdir. Akdeniz bölgesinde tarımsal üretim, turizm gibi ekonomik süreçlerin mekansallık anlayışı, sanayi üretiminin ve buna bağlı hizmet sektörünün geliştiği bölgelere göre çok farklıdır. Daha küçük, daha parçalı bir yapıya sahip ve özelliği gereği çalışanların hizmet verilen mekanların içinde olmak zorunda kaldığı sektörlerin geliştiği bölgelerde banliyö olgusuna keskin hatlarıyla rastlamak mümkün değildir. Daha çok bir sayfiye anlayışı egemendir. Burada mekanını ayıran patrondur.
Banliyöde ise orada yaşamaya zorlanan işçidir.
Amerika on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca sürdürmüş olduğu Viktoryen yaşam tarzı da sınıfsal bir mekan farklılaşmasının keskin özelliklerini taşır. Demiryollarının inşa edilmesi, ormancılık, pamuk tarımı, tekstil, demir-çelik endüstrisinin gelişimi ve petrolün değerinin anlaşılması, zenginlik öyküleriyle dolu bir yaşam tarzını geliştirir. Bir “Amerikan Rüyası” kavramı girmiştir sosyolojiye. İnancın, direnmenin sonunda yeni dünya yeni zenginler türetmiştir. Bu zenginler taşralı, köylü ama zeki, ihtiraslı kişilerdir. Büyük servetler elde etmişlerdi ve toplum nezdinde kendilerine ayrı bir değer verilmesini istemekteydiler. Bu değeri aşırı nezaketli, inceltilmiş davranışlarla elde etmeye çalışıyorlardı. Bunu, sert ahlaksal bir katılığa sahip Viktorya dönemi ahlak anlayışında buldular. Artık yaşadıkları mekanlar çok büyük taş binalardı. En az iki üç katlı ve büyük bahçelerin ortasında gotik tarzlarla süslenmiş binalar yükselmeye başladı. Antik Yunan dönemine öykünen sütunlarla girişler tasarlandı. Bahçe peyzajında Antik değerlerle Hıristiyanlığın önde gelen şahsiyetlerinin heykelleri kullanıldı. Bu binalar ekonomik gücün tüm ağırlığıyla duyurulduğu yerler oldular.
Oturulan binaların bu denli özenli olmasına karşın üretim yerlerinde ilkellik diz boyu idi. Fabrikaların değerini yalnızca iş makineleri belirliyordu. İnsan yaşamının önemi yoktu. Çalışanlar arasında koyu bir püritenlik egemendi.
Kalven’in öğretileri vazgeçilmez dinsel metinlerdi. Kalven’e göre çalışmakla Tanrıya ibadet etmek aynı şeydi. Kapitalizmin İngiltere’de, Almanya’da ve Amerika’da, Fransa, İtalya ve İspanya’dan önce gelişmesinin altında “Protestan Ahlakı”nın yattığı Max Weber tarafından ifade edilmiştir. WASP (White-Anglo Sakson-Protestan) Amerikan tarzının temeli olmuştu.
Çalışanların bu nedenlerle puriten olması sınıfsallığın Amerika’da, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan daha geç gelişmeye başlamasına denk düşer.
Dördüncü Dönem : Tekleşme
“Mekanın en etkili biçimde kullanıldığı uzmanlaşmış apartman modeli, totaliter bir düzenlemeyi yansıtır. Bu plan, milyonlarca insanın tıpa tıp aynı hareketleri yapıp, tıpa tıp aynı çevreye tabi olarak yaşaması sonucunu doğurur. Mekanın bu uzmanlaşmış düzenlemesi, neyin nerede yapılacağını dikte ettirdiğinden, aynı çatı altında yaşayanların birlikteliğinin de ortadan kalkmasına yol açar...Herşeyin yerinin belli olmasıyla, çevrede bir düzen duygusu yaratarak, yalancı bir gerçeklik ortaya koyar...Dışarıdan içeriye göz atıldığında, bütün televizyonların bütün apartman dairelerinde aynı yerde olduğu göze çarpar çoğu kez...Günümüz yaşam mekanları, sakinlerinin ne bireysel ne de kültürel farklılıklarını yansıtıyor artık... Günümüzün yaşam birimleri, bize belirli eylem kalıpları ve onlara eşlik eden tek düze zihin düzenekleri empoze ediyor...” (Cehenneme Övgü-Gündüz Vassaf)
Günümüzde farklılıklar da ortadan kalkıyor yavaş yavaş. Yüksek teknoloji ürünü malzemeler, elektronik ve robotik sistemler, Moda mimari tarzlarla beraber, geçmişin farklı mekansallıkları bugün tektipleşme eğilimine girmiş durumda. Malezya’daki Petrosyan ikiz kulelerle Chicago’daki ikiz kuleler arasında bir fark yok. Fark yalnızca niçin Malezyalıların böylesi kulelere ihtiyaç duyduğunda. Fatih Altaylı’nın aktardığına göre, global dünyanın başat aktörlerinin dikkatini Malezya’nın üzerine çekebilmek için yapılmış bu kuleler. Hatta Chicago’daki kulelerden özellikle yüksek inşa edilmişler.
Aynı yaklaşımı İstanbul’da Sabancı Center ve İş Bankası binasında görüyoruz. Gökkafes’in de sahibi açısından böyle bir prestij anlamı var. Ne İstanbul’un ne Malezya’nın böyle yapılara ihtiyacı var. Buna karşın Hong Hong’un, New York’un, Tokyo’nun, Chicago’nun böylesi binalara ihtiyacı var. Hem arazi büyüklüğü yönünden, hem kültürel yönden. Kabul etmek gerekir ki, bu şehirlerin tarihsel kent dokusu gibi bir kavramları yok sözlüklerinde. Kültürel bir bağı yok şehrin çevresiyle. Böylesi bir psikolojiye sahip kentlerin kuşkusuz tasarruflarında pragmatizm –yararcılık- en uç noktada kendisini hissettirecekti.
Artık tüm yeni yapılar işlevsellik, kullanışlılık ve sibernetik özellikleri nedeniyle tekleşmiş durumdalar. Çalışılan mekanlarda da bir tekleşme var. New York Borsası ile Tokyo Borsasını ayırt etmenin tek yolu çalışanlarına bakmaktan geçiyor. Başka farklı hiçbir durum söz konusu değil. Büyük holdinglerin çalışma mekanları tasarımı da renkler ve kullanılan malzemeler hariç aynı çizgilere sahipler. Bir-iki kişilik masalar. Masalarda bilgisayar, yazıcı, telefon ve faks. Yarım dosya dolabı ve ayağa kalktığınızda çevrenizi görebilecek kadar yükseklikle tahta bölmeler.
Kilisenin ruhsal baskısı yerine, mekanın bölünmüşlüğünün insanın bölünmüş kişiliğine giden şizoid bölünmüşlük baskısı. Baskı artık bireyin kendi kendisine uyguladığı bir şiddet.
On dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla hediyesi bireyi kuşatma ve kontrol mekanizmaları olarak kışla, hapishane, fabrika ve okuldan bugünün bireyini kuşatma ve kontrol mekanizmaları:Etkileşimli özelliklerle donatılmış ev ve ofis, sürekli meslek içi, iş içi, ev içi eğitim, bilgisayar ve internet.
Tekleşmenin bir diğer boyutu da inşa sürecinin tekleşme eğilimine girmesidir. Geçmişte çok uzun süren inşaat, bugün teknolojik ve endüstriyel ürünlerin gelişimi sonucu oldukça kısalmıştır. Katkı maddelerinden, fiber malzemeye, donatıdan çimentoya dek inşa sürecinin her alanındaki ürünler ve yapım teknikleri binaların, mekanların daha hızlı üretilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu ürünlerin, üstelik doğal yapı malzemelerine göre çok düşük maliyetlerle kullanımı, malzeme ve teknolojinin bölgeler, ülkeler, kıtalar arası dolaşımını hızlandırmıştır.
Bu hızlanma ile üretim tekniklerinde ve ürünlerde standartlaşma öne çıkmıştır. Standartlara uygun üretim için standartlara uygun malzeme, mekanların tekleşmesini sağlayan önemli göstergeler olmuştur. Bunun yanı sıra tasarımından üretim sürecine teknik işgücü ve makine parklarının çok parçalılığı, projelerde tekleşme eğilimini desteklemiştir. Suudi Arabistan’daki bir mekan tasarımını İtalyan mimar yapmış, statik hesaplarını Amerikalılar sonuçlandırmış, proje yönetimini İngilizler üstlenmiş, yükleniciliğini de Türk yükleniciler yapmış olabilir. Bu denli işgücü yapısının esnek ve çok parçalı olması, mekanın yeniden kurulmasında asgari anlayışlar çerçevesinde kalınmasını zorunlu kılmıştır.
Sonuç
Niçin bu kadar çok ve farklı mimari tarz var? Mekanlar niçin bu denli farklı şekillerde ve farklı ihtiyaçlara göre tasarlanıyor? Temel bir eğilim geçmişte niçin yok? Bugün neden yaşam alanlarımızın tasarımı, inşası tarz olarak tekleşme eğilimi gösteriyor?
Bu sorularla başlamıştık yazımıza. Mekanı tanımak için ne bu sorular yeterli, ne de anlattıklarımızla mekanı tanıyabilmek olanaklı.
Eğer okuduklarınızla yaşadıklarınız arasında bir bağ kurabildiyseniz, mekanlarınıza o açılardan bakmaya başladıysanız, mekanlarınıza, yaşadığınız yerlere bakarken kendinizce yeni ayrıntılar çıkarıp, yeni bakış açıları yakaladıysanız, bu yazı amacına ulaşmış demektir.
Bu yazının amacı, soyut bir “çevremize duyarlı olalım”dan çok çevrenin neresine duyarlı olmamız gerektiğine bakmamız gerektiğini “mekan” özelinde anımsatmaktır.
Yazıyı Prof. Dr. Şengül Öymen Gür’ün Yapı Dergisi’nin 232. Sayısında yer alan “Mekansal Söylenceler-3 Gerçek Mekanlar” başlıklı makalesinden bir bölümle sonlandıralım. Köşeli parantez içinde italikle yazılanlar sonradan tarafımızca eklenmiştir.
Mekanların Yeni Bir Sıralanışı (*)
“Kentsel mekanların yeni bir sıralanışını da vermeden geçmek olmaz. Bu sıralanış mekansaldan zamansal bir sıra izliyor:
(a) “Yer”leşmiş mekanlar,
(b) Yer üreten mekanlar,
(c) Yer tüketen mekanlar
(d) Zaman mekanlar
(e) Potansiyel mekanlar.
(a)”Yer”leşmiş Mekanlar.
Geleneksel sözleşmelerin egemenliğini sürdürdüğü, her türlü biçim ve anlamda kentlere ender karakterini veren, dokununca kırılan ve asla telafisi olanaklı olmayan, içerde veya dışarıdaki yerler. [Boğaz gibi, Galata Kulesi gibi, İzmir Saat Kulesi gibi, Ankara Kalesi gibi, Diyarbakır Surları gibi] Tarihi merkezler, geleneksel alışveriş merkezleri, geleneksel sokaklar, özgül kıyı bantları, su kenarları, miraslar ve bunların sosyallikleri.
(b) Yer Üreten Mekanlar
İşlevlerinden, taşıdıkları özgün ve üstün nitelikli tasarım ilkelerinden dolayı çevresinde potansiyel kullanım alanları oluşturabilen, içinde yer aldığı dokuyu olumlu yönde etkileyip çoğaltan her türlü yapılaşma. [Batıkent gibi, AKM gibi, İzmir Fuarı gibi, Ankara Gençlik Parkı gibi] konut bölgeleri, kültür merkezleri, dünya fuarları, belediye-valilik hizmet binaları, oyun-eğlence tesisleri, sağlık merkezleri gibi.
(c) Yer Tüketen Mekanlar.
İç yapısal sözleşmelerinden dolayı kamuyu sıyıran her türlü yapı yer tüketir. Fabrikalar, iş, eğitim ve spor merkezleri içe yönelmek zorunda olup kentsel dokuyla bütünleşmemeyi yeğlerler.
(d) Zaman Mekanlar.
Zamanın yerden ön plana çıktığı mekanlardır. Ulaşım ve seyahate hizmet eder. Diğer mekanlar arasında bağ kurarlar. Havaalanları, otobüs terminalleri tren istasyonlar, metrolar, limanlar, iskeleler.
(e) Potansiyel Mekanlar
Potansiyel mekanlar her zaman ve her yerde olabilirler. İçerde ve dışarıda olabilirler. En önemli özellikleri ise
(i)Yaratıcı düşlere, anılara, bilinçdışına sürükler.
(ii) Yeri dönüştürür yararlı kılar, adamı dönüştürür dost kılar.
(iii) Bunları gerçekleştirecek ilkelerle tasarlanmıştır. [İstanbul’da Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Beyazıt sahafları, yanmadan önceki Galata Köprüsü, İzmir Kordonboyu ve Konak gibi.]”
Kaynaklar
- Benjamin, Walter. Pasajlar, YKB Kazım Taşkent Kütüphanesi
- Eco, Umberto. Gülün Adı. Can Yayınları.
- Gombrich. Sanatın Öyküsü. Remzi Kitapevi.
- Gür, Şengül, Öymen. Mekansal Söylenceler-3 Gerçek Mekanlar. Yapı Sayı:232
- Hürriyet Gazetesi. 15 Mart 2001
- Pirsig, M. Robert. Lila. Ayrıntı Yayınları. Ayrıntı Yayınları.
- Pirsig, M. Robert. Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı. Ayrıntı Yayınları.
- Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi. Bilgi Yayınevi.
- Vassaf, Gündüz. Cehenneme Övgü. Ayrıntı Yayınları.
- Vatandaş, Cemalettin. Vahiyden Kültüre. Pınar Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder