
Taş, kuma ağırlığını dayatıyorsa sıcağıyla.
Taş, taşın dayanma gücünü hissetmiyorsa.
Taş, ha kumsalda ya da kayalarda bir parça olmuş, ha denizin diplerini boylamış, anlamı yoksa…
Toprak, kendisini şiirleştirenlerin sözlerini ne duyuyor ne biliyor. O rahatça bedenleri içine alıp topraklaştırıyor. İşinin acemiliğinde değil toprak. Bir defa bile olsun kendisine teslim edileni, kendisi ile kapatılanı dönüştürmeden geri vermedi. Nasıl ki, kelimeler ayrılır harflere, harfler yeni kelimelere döner, öyle.
Günün izleri, güzün inleri oluverir, nehirler rehinleşir mecralarında kelimelerin. Su olmadan köklerini nasıl derinlere daldırabilir, dallarını nasıl yeşertebilir?
Sözlerin sorumlulukları basit değil. Ya zedelenirse anlamlar, ya hoyrat davranırsa toprağın bağrına uzanan bedenler.
Taş toprağı yaşayacak, silisyum pişecek, cam olacak, sırlanacak, ayna olacak, yansıtacak tersine bir hayatı, gençler yaşlanacak ihtiyarlar çocuklaşacak.
Toprağı, kumu, taşı, hepsini birden ayırmadan, parçalanmış olarak değil, bir bütün olarak yaşamak… Toprağa, taşa, kuma, ateşe gösterdiğimiz özen onlara değil, belki, özellikle insanların kendilerine.
Toprak adına taşı, taşın adına kumu yargılamasınlar.
“Ok düz olduğu için eğri yol izler” ve “yüreğinden atmıyorsan, ok hedefini bulmaz” diyen bir bilge doğruyu mu söyler, yoksa söylediği doğrulanmış bir yanılsama mıdır?
Oklarınızı yürekten atınız ve eğer sevdiğinizi yok etmek istiyorsanız onu tam yüreğinden vurunuz. Yoksa yaralanmış bir ben, sürekli toprağa sızan can suyunun yoksunluğunda bitik güçsüz olur. Asıl işkence, sıcağın işkencesi budur işte.
Toprak sabit bir duruştur, sabit bir tutum alıştır. Büyük ve açık. Hedef alırsanız yüreği sizin kalbinizi yatıp da dinlettiğiniz yerdir. Yüreğinizin ona değdiği yerdir. Okunuzun ucuna dayayın yüreğinizi. O yüreğin atışı okunuzun delişini özlemektedir, duyacaksınız.
Tam en orta yerimden ve bir defada vurun beni. Yaralı hayvanlar gibi salmadan kıvrılıp dünyamın üzerine rüzgârlarımla kumlarımı savurayım…
Toprağın üflediği sözler, uçurumlarından dağılan seslerse, okunu bana saplamış çocuk, önce beni sev, kulağıma fısılda, “toprağım, ölüyorsun ama yalnızca seni bekleyeceğim” de.
Beni yok et. Bir miladı isem toprağın, milyonlarca kum tanesi gibi, öncesi veya sonrası olmadan yalnızca bir dönümü isem ateşlerde pişmiş kumun ve o dönümün yalnızca aynanın sırrına vakıf bir karartmasıysa ışıkların, hayat var olduğu için o milatlar hayat oluyorsa, milatlardan yalnızca bir milatsam, yalnızca sıcağın parçaladığı bir kaya... Bana ölüm gibi davran. Beni sev...
Soğuyor toprak, ama tekrar ısınacak. Verdiğin adı taşıyacak her bir eşya.
Adlandırdığın her şey… Ağaç dediğin ağaca, ateş dediğin ateşe, su dediğin suya, hayat dediğin hayata… Eşya adına sahip çıkacak. Kaynayan lavlar boşluklarını doldurduğunda Pompei’nin, dolacaktım uçurumlarla, uçurumlara atlamadan.
Ne oyuz, ne buyuz. Ne oradayız ne buradayız. Ne dün, ne bugün, ne yarınız. Kendi içinde bir an ama anı bile olmayanız. Kuklacının iplerinde, iplerin boşluklarındayız.
Olmayan sesler, yankılarının gölgelerinde saklanırlar, parçalanmış kayalarız. Toprak içinde gizlenen damarlar havayla, hayatla temas ederse, silinir, sürünür gideriz.
Olmayan bir yol: Patikaları delik deşik edilmiş binlerce yıllık tarihin iz sürücüleri ile. Olmayan bir el: Kelepçeleri tutuklamış boşluklarında...
Dönmeyen bir dil: Ölmüş kelimelere ses veren...
Beni adımla çağır toprak. “Bedenini bana teslim et, öl, seni ölümsüz yapayım!” de: Ölümsüz olayım.
"emeğin sanatı" blog'unda yayınlandı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder