8 Eylül 2009 Salı

Bach'sız Olmuyor...

Artık yaşanılan öyle bir dünya var ki çemberleri belirleyen merkezle; merkezlere göre yerleşen yarıçaplar; yarıçaplarca konumlanan çeperler anlamlarını yitirmişler. Nerede olduğun, nasıl olduğun, yalnızca ne olduğuna dönüşmüş.

Dünya üzerinde milyonlarca noktanın değeri kalmamış. Ona değeri, ona değer veren yükler olmuş. Tam bir merkezsizleşme yayılıyor ve her birimizin doldurduğu nokta, onu anlamlı kılan herkes için merkez olmaya başlıyor.

Mikrokozmozumuz bağlamında artık doldurduğumuz uzaylar ölçeksizleşiyor.

Kaos teorisinde denizle kumsal arasındaki sınır problemi tartışılır. Bir tepeden baktığında bir yanda deniz vardır ve onun geldiği bir sınır çizgi vardır ve ondan sonrası da kıyıdır veya kumsaldır.

Sonra kumsala inersin. Denize yaklaşırsın. Uzaktan sınır olarak gördüğün çizgiye inersin ve elinde bir büyüteçle o sınırı incelersin. Ancak görürsün ki, orada sınır kalmamıştır. Hangi kum tanesinin denize hangi kum tanesinin kumsala ait olduğunu bilemezsin.

Denizle kumsal arasında devingen bir belirsizlik sürekliliği görürsün. Uzaktan sınır olarak gördüğün çizgi içinde bir devinime sahip değişmelerdir. Orada bir boyutsuzluğu tespit edersin. Ölçülemediği için, belirli ve kesinleştirilmediği için bir boyutsuzluk vardır.

İşte bu boyutsuzluk ve belirsizlik duygusuna; bu nedenselliklerin hayatımızdan çıkarıldığı, “ya o ya bu” ikilemi yerine “hem o hem bu” kuantum ilkesine bağlı örgütlenen hayatların nasıl bir oluşu öngördüğünü tanımlamanın mümkün olmaktan çıkması, olgusu eşlik ediyor.

Bu hayatın bugüne dek çıkardığı en büyük depreşim dalgası. Bu tam bir yarılmayı, hayatın şifofren durumunu üretiyor.

Bireysel yaşantımızdaki şizofrenlik artık bir örgütlenme biçimi olarak her yere damgasını vuruyor.

Belki beklediğim devrim buydu benim. Bir zihinde yaşamayı kurabildiğim tüm zihinleri yaşayabilme tutkusu.

Kalıplanmış, dayatılmış hayatlar yerine, başka hücrelerimde başka hayatlarımı yaşayabilme tutkusu. Coşkun bir şarkı eşliğinde akarken uçurumlardan aşağı bir yanda, yılanın zehrinde kıvranırken ateşlerin karabasanlarını damıtabilmek.

Bir yanda bilimin, aklın hükümranlığını en dik inanç zirvelerine dikmek ve onu işgal edebilirken, “bir hülyanın gönlü yakışı”na teslim olabilmek.

Maraziliklerimiz boşanacak belki zincirlerinden ve maraz olmaktan çıkacaklar. Onları maraz yapan tek boyutlu zihniyet ve onun sistemi değil miydi ki? Yıkım buna karşı, balyoz buna karşı.

Ben kendim için bir merkezim, sen kendin için bir merkezsin. O merkez bu merkez. Bir papağan kendisince bir merkez, bir maymun kendisince bir merkez. Destek noktası verebildiğin andan itibaren dünyayı herhangi bir yerden oynatabilirsin. Artık öyle bütün, total, her şeyi kucaklayan ve denetleyen ve yöneten merkezler ortadan kalkıyor.

Bir taş dünyanın merkezi oluveriyor. Uranyum, altın, elmas.

Bir sıvı dünyanın merkezi oluveriyor: Su, petrol…

Benim için; artık olguların, olayların aralarındaki ilişkiler anlamı yitiriyorlar. O ilişkiler hep vardı ve hep olacaklar. Onlar için fazla yormaya gerek yok zihinlerimizi. Bu nedenle ne haber izliyorum, ne gazete okuyorum. Metroda iki kişinin konuşması, gazetenin bir manşeti benim için yeterli oluyor artık. Radyo dinlemiyorum. Yalnızca TRT3’ ayarlanmış bir web sayfasından müzik dinliyorum. Mesajları olan şiirler okumuyorum. Mesajları olan şarkılar dinlemiyorum. Sırf bu nedenle Türkçe bile dinlemiyorum.

Ne o saçma sözlere, ne o peygamberliğe soyunmuş sözlere, ne söylediği gibi yaşamayan şaklabanlara tahammülüm var.

Benim için artık olguların, olayların aralarındaki ilişkiler anlamı yitiriyorlar. Her şey o kadar açık ki. O kadar aşikar ki. Sonuçlara da bakmıyorum. Çünkü hiçbir zaman ne benim veya ne bizim sonuçlarımız olacak onlar.

Kaskatı ve ağır bir granit gibi tüm esnekliğimi yitirdim.

Gündelik hayatın içindeki, genel resim içinde yeri olmayan nüktelere gülüyorum, o genel resmi tiye alanları seviyorum.

Sarhoşlarla dostluklar kuruyorum. Tek başına sinemalara gidiyorum ve hiçbir anlam vermeden veya yorum yapmadan seyrediyorum. Birisi olsa yanında konuşacak. Derdim konuşması. Suskunluğu kendine ilke edinmiş yalnız koltuklar en iyi dost bana.

Gece yarıları sabahlara kadar dünyanın farklı kapılarını açan seslere dadanıyorum.

Biliyorum ki bir yerinden tutmaya kalksam, o yer elimde kalacak. Tutulacak hiçbir yer yok. Yok olmak ve yıkılmaktan başka. Savaş bir arınma. Yangınlar, ateşler, depremler, seller hepsi birer arınma… hepsi çözülüş. Nesneler çözülmeden, parçalanmadan ve karışmadan toprağa, havaya ve suya yeniden birleşemezler. Onları pişirecek ateşin çöplüğü, oralar.

Kendimizi çok önemsiyoruz, çok abartıyoruz, çok büyütüyoruz. Aslında toz zerreleriyiz eninde ve sonunda. Yalnızca biraz bilincimiz var, o kadar.

Kanser hastaları tanıdım. Yakınlarım öldü kanserden. Arkadaşlarım öldü. Kimi askerde eğitim alanında zayi oldu, kimi bakımsız binaların altında başına düşen taşlarla öldü. Kimi kafasına çekti kurşunu beynini dağıttı.

En kolayı saat dörtlerde gelen ölümdü. Sabah gelen ölümdü. Gündüzün güneşin altındaki ölümler ne zorbalıktı bilemezsin.

Baharlarda öldüler, en sıcaklarda, en soğuklarda öldüler. Ilıman, dengeli iklimlerde ölüm yoktu bana, yoldaşlarıma.

İşte doğa.

Öyle inip çıkarıyor ki sınırlarını, direnemeyenleri alıp götürüyor. Temizliyor kendini. Boşuna değil kuraklar, çöller. Kuraklarda ölen büyük hayvanlar, küçük ekosistemin canlanmasına neden oluyor. Büyük ekosistem için zincire yeni bir döngü bağlıyor. Büyük ekosistem o döngüyü tüketiyor ve kendisini küçük ekosistem için döngü haline getiriyor. İşte bu samsaranın, bu nirvananın tetiklediği şey doğa.

Kuraklıklar, seller, depremler…

Yaşadığımız dünyanın da, sosyal dünyanın da böyle arınmasına ihtiyaç var.

Çok kirlendik.

Yolda yürürken bir kurşun gelse beynime mutlu olacağım belki, dünyanın temizlenmesine katkıda bulunuyorum diye; ölümden o denli korkmam bir yana, ondan it gibi kaçmam bir yana.

Benim gibilerin belki tek hazzı kendi dervişliklerine soyunmuş olmaları.

Tuz Gölüne fotoğraf çekmeye giderdik ve ayın altında parlayan tuz kristallerinden yansıyan ışık oyunlarını yakalamaya çalışırdık. Gece yarıları köprüler üzerinde siyah beyaz fotoğraflar çekerdik. Mezarlıklara gider mezar fotoğrafları çekerdik. Gündüz Kara Elmas Treni ile Zonguldak’a gider yolun fotoğraflarını çekerdik. Dalmaya giderlerdi, deniz altını sabitleştirirlerdi arkadaşlar. Sesleri çekerdik içimize. Aşık Veysel’in şiirlerini satır satır okurduk ve ordaki o ipince duyarlılıkları damıtırdık rakımızın yanına… Daha bir vururdu o sözler sonra.

Dervişlikler yalnızca yollarda olmuyor. Kendi içimize yaptığımız yolculuklarda dayandığımız asamız da kalemimiz.

Kalem arkadaşlarımızla buluşurduk satırlarımızda.

Hiç yüzünü görmediğimiz. İçeridekilere açık mektuplar yardık. Astsubay okuluna giden bir arkadaşıma bir kart atmıştım ve şöyle bir dize ile noktalamıştım: “Yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber demek için”.

O zaman lisedeydim ve çocuk okuldan atılmıştı. Ne ben bu sözün bilincindeydim o kadar, daha yeni terlemiş heyecanlarıyla bir çocuktum ve paylaşmayı, birliği ve beraberliği umut ediyordum geleceğimde. Ama birden budayıverdiler bu sözü omzu kalabalıklar.

Bir daha o çocuk benimle konuşmadı, yüzüme bakmadı. Hiç sorun değil benim için. Çünkü biz onunla bu umutları paylaşıyorduk ve onun buna rağmen, evet bu umutlarımız için yaşamaya devam edelim demesi gerekirdi. Ama onun umudunun sözde bir umut olduğunu, yalnız lafta kaldığını gösterdi bana, tutumu.

Artık hiç kimsenin hayatının mecrasında olmamaya karar verdim o zamandan itibaren.

Sırf bu nedenle başkasından istemeyeyim diye çalışacağım her işin tekniğini öğrendim. 30 yaşında programlama öğrendim. Çok geçtir oysa 30 yaş. İşim düştü bir muhasebeci kadar muhasebe öğrendim. Nerede bir açığımı gördüm bana karşı kullanılabilecek onu öğrendim.

Yeter ki, benim odama girmesin hiç kimse. Bana yapacağım işi söyleyen yeri terk ettim.

Ama bu süreç öyle yorucu ki, bazen şantiyedeki gece bekçisinin yerinde olmayı istiyorum.

Elinde fenerin, ağzında düdüğün, yanında köpeğin, uyuz bir köpek, belinden sarkan saat, üfle dur…

Bazen bir kamyon şoförü, bazen bir hızarda odun istifçisi, bazen bir marangoz, odunları, ağaçları rendeleyen, biçimlendiren. Bazen bir bakır dövücüsü. Bazen bir ağaç veya taş oymacısı. Kafama koydum. Durumumu düzelttiğim ilk andan itibaren akerdeon çalmasını öğreneceğim. Sonra İzmir’e, Kaş’a, Datça’ya ne bileyim bir yerlere gideceğim. Akerdeon çalacağım. Yaşayacağım ve öleceğim.

Bunları düşünüyorum ve o kadar da zor gelmiyor hani.

Hiç yorum yok:

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...