27 Aralık 2009 Pazar

Taraça'da Bir konuşma

Kutsanmış bir düşünce miydi birlikte yaşamak fikri?

Çok uzaklardan gelip çok uzaklara gideceklerdi. Bir duraktı burası, bir mola yeriydi, bir soluklanma arasıydı. Otobüslerin tekerlekleri virajlardan geçerken havada asılı kalırmış. Öyle söylemişti çocuk. Dağların arasından geçeceklerdi. Yarılmış vadilere ineceklerdi.

Bir heyecan vardı. Yanındaki kızın elini sıkıca tutuyordu. Oraları onun gözüne bakarak anlatıyordu. Belki onun gözünde görüyordu Artvin’in dağlarını. Kız gülüyordu. Ama neye güldüğünü anlamak mümkün değildi. Gözünde Selim’in bulduklarına mı yoksa kendisinin Selim’den gizlediklerine mi?

İzmir’den başlayan bir seferdi. Ardanuç’ta bitecekti.

Taraça’da oturuyorduk. O eski Taraça’da. Bira içiyorduk. Huzursuzdu Selim. Ne yapacaktı, nasıl yapacaktı?

Dağıtılması gerekiyordu, dağılması gerekiyordu Selim’in. Dinledim onları, Tülay’ı, Muazzez’i ve Selim’i. Yalnızca seslerini duyuyordum önce. Sonra kelimelerin içine girdim. Kafamın içindeki huysuz adamı kovaladım. Bir bira daha. Sonra bir bira daha. Huysuz adam elini eteğini çekip bir yere çömeldi. Bir taşa çöreklendi, yılan soğukluğunda.

Sonra söze girdim. Selim’e, Halikarnas Balıkçısı’nı anlattım. Bir köyü ne yapmıştı. Ta yirmili yıllarda sürgüne gittiği ve ölümüne dek kaldığı. Sonra Sabahattin Ali’nin aynı yıllarda  Sinop’a gittiğini anlattım. Birisi İstanbul’a dönme hayalleri ile yalnızca Sinop kalesinin duvarlarına çarpan suyu dinlediğini ve o su içinde İstanbul’u düşlediğini anlattım, diğerinin ise kendisini o Mavi Sürgün’ün içinde erittiğini. Anlatıyordum Balıkçının bize anlattığı hikayeleri. Aganta Burina Burinata’yı, sünger avcılarını, denizcileri…

Sonra "bu yemez" dedi içimdeki geveze adam, huysuz adama inat. Tuttum Panait Istriati’den söz ettim onlara. Arkadaş’ı, Akdeniz’i, Sokak Kızı’nı, Baragan’ın Dikenlerini, Perlmutter Ailesi’ni, Kodin’i, Angel Dayı’yı…

Yaşadığın yerin cennet mi cehennem mi olacağı senin elinde dedim Selim’e. Selim’in gözleri hala Muazzez’in gözleri içinde Artvin Dağlarını arıyordu. O dağların içinde kayboluyordu.

Borabay Gölü’nü, Salda Gölü’nü anlattım. Krater göllerini, ırmakları anlattım. Huysuz adam huysuzlanıyordu. Yatışsın diye bir bira daha çaktım gözünün üstüne. Buralar Balıkçısını arıyor dedim.

Selim Muazzez’den uzak kalmayı kendine yediremiyordu. İzmir neredeydi, Ardanuç nerede?

“Hakkari’de Bir Mevsimi”e getirdim söze.

“Bak,” dedim, Selim’e gebesi olan köyün ebesi olur. Bu bir “g” harfinin azizliği değil. Doğurduğun için ebe var. Doğurmazsan ebe nene gerek ki? Gittiğin için ayrılık var. Gitmesen neye gerek ki gözlerinde dağları aramak?

Güldü Selim. Ama o gülme kendini bırakan bir gülme değildi. Kasıntılı bir gülmeydi. “Sen ne anlarsın,” gülmesiydi.

Ben çok şey anlardım gülmesini yaptım, ağzımı büktüm ona.

Gitme dedim o zaman? İstifa et. Bırak öğretmenliği. Ne derdin olsun ki Artvin çocukları ile. Olsan da olmasan da onlar zaten oradalar. Ha varsın ha yoksun. Eksik değiller ki. Senle ne uzayacaklar, sensiz de kısalacaklar mı sanıyorsun?

Muazzez’inle yaşa İzmir’de. Kızmıştım. Al dedim huysuz adam sazı. İlk önce çıkmak istemedi. Küsmüştü bana.

Sonra onu kışkırttım biraz. Bak dedim Selim göz kaş oynatıyor. Ağzının payını ver.

Selim’e dönmedi huysuzluğum. Tülay’a baktım. Muazzez’in ablasına ve Selim’in okul arkadaşına. “Sen ne biçim birisin,” dedi huysuzluğum. Biz seninle neler konuştuk, neler paylaştık. Sevgilin seni terk ediyordu, gelip bana ağlıyordun. Sevgilinle barışıyordun, ilk bana söylüyordun. Ev tutmaya gidiyordunuz, bana gösteriyordunuz odalarınızı.

Bilecik’te gitmiştim bir sonbahar günü. Trenden inip sabahın dördünde, yürüyerek şehre giderken farkettiğim ayın önündeki puslu bulutu sana anlatıp, bak isminin anlamı bu demedim mi sana. "Ayın önündeki tül, ayı bulanık gösteren ışığını perdelerin ardından bizlere ulaştıran, sen değil misin bu," dedi huysuzluğum.

Huysuzluğum kızıyordu Tülay’a. Dağlara gidecek Selim ve sen Muazzez’in korkularına direk oluyorsun, payanda oluyorsun. Tülay’a kızıyordum, ama kızgınlığım Selim’eydi, güçsüzlüğü, dirençsizliği için, Muazzez’eydi, nazıydı, kurallarıydı, güya korkusuydu.

Üstünden yirmi yıldan fazlası geçti bu konuşmanın. Selim Ardanuç’a Muazzez’le gitti. Altı ay sonra evlenmişlerdi.

Boşanıp boşanmadıklarını bilmiyorum. Tülay bir havacı teğmen mühendisle birlikte olmaya başlamıştı. Evlenip evlenmediklerini bilmiyorum.

Ben çekip gitmiştim. Nerededirler hiç bilmem.

Aklımda yalnız “Tülay”ın ne anlama geldiğini bulmam kalmıştı ve Muazzez ile Selim’in Ardanuç’a gidişleri.

Ardanuç hala o eski Ardanuç olduğuna göre Halikarnas Balıkçısı ve Panait Istriati hiç etkilememiş Selim’i. Anlaşılan o.

Niye mi yazdım bu konuşmayı. Onu da bilmiyorum. Hayatta her şey bir anlam üzere kurulacak değil ya. Bir anlam yüklemek zorunda değiliz ki.

Tülay ve Selim Fransızca bölümünü bitirmişlerdi. Tülay öğreniyorsa Fransızca’yı ben de öğrenirim iddiasına girdim kendimle. Onun bana tek armağanı bir Fransızca sözlüktür. Evde durur.

Fransızca öğrenmedim. Demek ki öğrenilmiyormuş.

2003

Hiç yorum yok:

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...