Başlayan yeni haftayı, biten ayı, gelecek yılı, telefonları, banka hesaplarını, taksitleri, borçları, alacakları ciddiye almıyorum. Yaşamı bunlarmış gibi gören kimseleri ciddiye almıyorum.
Sabahın olacağını düşünmeden geceleri duvar diplerinde şişelerine sarılmış olanları ciddiye alıyorum.
Aslında yaşadığımızın farkına vardığımız yegane anlar o boşluklar sanki. Eskiden kulaklıklarını takmış bir şeyler dinleyenlere içimden kızardım, dünya ile bağlarını kopardıklarını düşünerek. Belki onlarca yıl önce o ilk çıktığında iptidai walkman kulaklıkları ile sokaklarda ben yürümemişim gibi. Beynimin içinde birbirine geçen seslerle yürümemişim gibi. O kulaklıklarla sarsılan otobüslerin, minibüslerin içinde dünyadan kopuşun, uzaklaşmanın verdiği huzuru unutmuş gibi. Parklarda, yağmur yağarken ıslak yollardan geçen araçların lastik seslerine karışan ritmlerin dünyayı, sokağı, yolu, parkı durdurduğunu yaşamamış gibi.
Hayatın boşluğunu ciddiye aldığım gibi, o boşluğu da seviyorum aynı zamanda. Hayatın mutlaka bir anlamının olmasının zorunlu olmadığını, insanın mutlaka bir amaçla yaşamak zorunda kalmadığını hissettirdiği için. Yaşamın bir amaçlılıktan çok bir süreç olduğunu göstermeye çalıştığı için belki. O boşluklar belki mutlaklıktan çıkarıp izafi olmanın yüzünü gösterdiği için bu kadar çok kendine çekiyor beni.
Hayatın o boşluklarında nefes alıyoruz dünyaya rağmen. O nefesler bizi dirençli kılıyor, olanlara karşı. Ölüme, yıkıma, yokluğa karşı. Duvar dibinde plastik bardağı ile ucuz şarabını içen o, sokağın kirli sakallı, yağlı saçlı yaşlısı, işte sırf o boşluk anlarının sürekliliği ve uzunluğu ile sürdürüyor sabahında ve gecesinde yaşamını. O içtiği şarap, onun boşluklar içinde boşvermişliğinin iksiri oluyor. O iksir onu keskin, açık ve sade yapıyor. Karmaşık uzun cümlelerin altına gizlenerek söylenmek istenen, üstü örtülü duyurulmak istenen korkaklıkları paramparça ediyor. Saklambaç oyununun oyunbozanı oluveriyor o duvar dibindeki plastik bardaklı şarapçı.
Parmakaralarında ucuz sigaranın nikotin sarılığı, nemli kibritin is kokusu.
Oturup bir kahvenin önündeki alçak iskemlelere, çay içenlerin, masa üstüne bıraktıkları sigara paketlerinin, ucuz gazetelerin, üçüncü sayfa güzellerinin, cep telefonları ile oynanan oyunların, atılan mesajların boşluğuna sığınıyor yaşamın kendisi.
Sistemlerin, kuralların, çalışmanın erdemlilik olduğunu va'z eden ahlaklar ile yıkanmış dindarlığın ters yüz olduğu yerler, o boşluklar işte.
Yaşamı bir yük olarak taşırız bilmeden. Sorumluluklar alırız. İşler yaparız. Bedeller öderiz. Umutlar besleriz, ufuklara bakarak. Hayaller kurarız olacakmışçasına heyecanlanarak. Daha bir sarılırız sonra uzatılan dallara, çengellere, umut adını taktığımız bir hırsla.
Karşı çıkılmayan, boyun eğilen, korkulan, çekinilen.
Anlamlı, sistemli, boşluksuz, tekdüze, rutinleşmiş günler, ritüelleşmiş davranışlar, sanki yaşamın ritmiymiş gibi soluksuz kalırcasına koşturmaya başlarız.
Bu yüzden belki, beynimizdeki kurtları temizlemek için yazmaya başlarız. Arınmak, temizlenmenin tek yolu gibi gelir yazmak artık yazan için. Kalemi bırakıp tekrar, yaşamın boşluklarından çıkıp "dolu" denilen bölümlerine geçtiğimiz zaman hafiflemiş hissederiz kendimizi. Sonra yavaş yavaş yeniden dolarız farketmeden. Bir volkan sessizliğine takılmış buluruz kendimizi. Patlamaya hazır. Tekrar patlarız, ses vermeden, karalanmış sayfalarda, suskun ve ölmüş olarak.
Sonra, kalmak mı, kaçmak mı, terketmek mi, ne ad takarsak takalım, gitmenin, uzaklaşmanın erdemlerini saymaya başlarız kendi kendimize. Kaçış yaşamdır, yarılıp giden, kanayan, deşilen bir yaradan.
Fırtına öncesi suskunlukların kuytusu. İşte asıl boşluk burası, ciddiye alınması gereken.
Bir yerlere, kimselerin haberi olmadan bırakıp gidivermek kendimizi.
Büyük acılar sızacak o boşluklara, yine kağıtlar kirlenecek, sözcükler lekelenecek yüklenen anlamlarla. Yine öksüzleşecek içimizin dehlizleri. İğdiş olacağız. Şehvetimizin sızıntısı kara bir mürekkep balığı gibi kıvrılıp boşalacak. Bir dal, sürgün vermeyecek, kuruyup kırılırken bir yaprakcığın ağırlığı altında.
Anaforuna kapılacağız ciddiye almadığımız yaşamın yüklerinin çevriminde: Mallar, eşyalar, mülkler, sözler, sözleşmeler, emeklilik planları derken.
Çalışmak, ölümün diğer adı.
Gömülmenin ve an be an yokolmanın. Ertelemelerin gerekçesi, yoksaymaların kanıtı, unutmaların sığınağı, geri çekilmelerin bahanesi.
Özneyle ilişkisinde yatıyor çelişki. Çelişkimiz "ben"in dünya ile kurmak zorunda kaldığı ilişkide. "Ego"mun toplumla kurmaya çalıştığı ilişki, çelişkimi belirliyor. Amaçlarla birlikte doyumun çelişkisi açığa çıkıyor. Amaçlar boşluklarımızı dinamitliyor, tırmanışlar, inişler ve çöküşlerle.
Yaşama dair deneyimimizin ilk çıkış yeri düşünce olduğu sürece, karmaşamız sürecek, boşluklarımızın karartmasında.
Özgün bir çıkış noktası olmadan, tekrarlara, modellere, örneklere, taklitlere dayalı "düşünmek" dediğimiz eylem, "düşük" olma ihtimali yüksek zayıf bir döllenme gibidir, yaşlanmış, hareketsiz ve ölü.
Boşluklarımız işte burada anlam kazanıyor. Ciddiye alıyorum o boşlukları, yaşamın boşluklarını. Sıradanlığı, kendi özgücüyle aşan, sınırlarını yeniden çizme iradesini gösteren özgür ruh, boşluklardan kökleniyor.
Bu köklenme, öznesiyle, dolayımsızca, içkin bir bağa sahipse çizgidışılığı bağrında taşıyor.
Hayatımın boşluklarını ciddiye alıyorum. Vaazlar vermiyorum. Öğütler, yol göstermeler, açıklamalar, yorumlar yapmıyorum. Yalnızca o boşlukları yaşıyorum.
Sigaramı içiyorum, kahvemi yudumluyorum, nargilemi fokurdatıyorum, biramı dikiyorum, sevişiyorum, yürüyorum, okuyorum, seyrediyorum, dinliyorum, yazıyorum ve susuyorum.
Planlar yapmıyorum, hayaller kurmuyorum. Elimi gözüme siper edip geleceğe -belirsizliklere, karanlıklara, bilinemezliklere, olasılıklara- bakmıyorum.
Arkama dönüp geçmişime uzanıyorum yalnızca. Orası apaçık, herşeyi ile. Ne varsa, yalansız ve dolansız, değiştitilemez ve düzenlenemez olarak.
Boşluklarım işte orada. Ölenler, yitip gidenler, terkettiklerim, beni terkedenler, arkasından ağladıklarım, arkamdan ağlattıklarım, çocuklarım, çocuğu olduklarım, oradalar, boşluklarımdalar ve ben yaşamın o boşluklarını ciddiye alıyorum, yaşamın kendisi için, yani kendim için.
Yaşam, benim.
===============================
www.mevsimsiz.com yayınına gelen tepkiler.
===============================
her kelimesinde, her cümlesinde kendimi buldum sanki... yüreğinize sağlık ne güzel bir anlatı bu... ışığınız hiç eksilmesin.
mevsimsizdus
-----
-----
Yüreğinize sağlık; modern çağ insanının yaşama bakışını yerle bir etmişsiniz...Keşke hepimiz kendi hikayelerimizi gerçekten görebilecek kadar göz biriktirebilseydik içimizde. Keşke kendi hikayelerimize bambaşka gözlerle bakabilseydik...Farkında bile olmadan içinde yaşadığımız yavanlığı, düşünsel eylemsizliği, bambaşka fiyatlarda bambaşka markalı elbiselerin içinde aslında tıpa tıp birbirimize benzeyişimizi, bu yüzden tarih karşısındaki değersizliğimizi bizi birbirimizden ayıran tek şeyin o boşluklar, kendimize dönüşlerimiz olduğunu anlayabilsek de, biraz olsun kendimiz olabilsek...
Franz KAFKA'nın , sabah uyandığında devcileyin böceğe dönüşen kahramanı Gregor Samsa'yı hatırlattı bana yazınızdaki "hayatın boşluğunu ciddiye alan" insan. Tedirgin düşlerden uyanan kaç insan hayatı böyle sorgulayabiliyor ki... "Bana ne oldu böyle" diyor herkes, gizemini yakalamışken hayatın. Bu bağlamda yazının içeriği günümüz bunalmışlığından bir kaçışı özetliyor. Kaleminize ve yüreğinize sağlık.pasazade
-----
-----
Osman EJDEROĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder