9 Eylül 2023 Cumartesi

Yabansılaşma

Gerçekten tüm bunları ben mi yaşadım?

Yatıp gecenin bir yarısı uyandığım bir gün, şimdi artık yaşamayan bir arkadaşım aklıma düştü. Sonra arkası kesilmeksizin unuttuğum ne varsa hepsi sökün edip geliverdiler. Eskiden alıp ödeyemediğim borçlarım, birilerine verdiğim kitaplarım, kaybolan resimlerim, gidip almadığım paltolarım, soğuk kış geceleri, sabahın erken saatlerinde inilen terminaller, babamla yaptığım tartışmalar, onun sözleri, annemin gözyaşları, uzun dağ yürüyüşleri, otostoplar, kamyoncu motelleri, sarhoş bir sürücünün yüz altmış km hızla Bolu Dağı'nı tırmanışı, frenler, sisler, uzun politik toplantılar, sigara dumanları, nikotin sinmiş perdeler, okulun kantini, yemek kuyrukları, satranç turnuvaları, mahkemeler, hacizler, hastane odaları, mezara annemi, babamı indirişlerim, özellikle cenaze namazlarına gitmediğim arkadaşlarım, dostlarım, yakınlarım.

Sökün edip geldiler.

Ben yaşamıştım bunları ve yazamadığım bir çok şey. Ne kadar uzaktılar bana. İçimden bir şeyler kopuyordu, herbirini geçmişin çapalanmamış topraklarına bırakıyordum ve oradan bana dönüp geliyorlardı, değişmeden, nasıl bıraktıysam, içimde söylenmeden kalan kelimelerin, hiçbir şeyi değiştiremeyecek ağırlıklarının izleri ile. Benimle hesaplaşmaya, defterleri tekrar tekrar açmaya, konuşmaya geliyorlardı. Sanki parmaklarımın ucu ile değebileceğini sandığım herşey bir perde ile ayrılmıştı benden o gece.

Sonra artık sık sık yaşamaya başladım o geceleri ve gündüze indi, kışın şehre inen kurtlar gibi, anılar. "Beatiful Mind" filminde matematikçinin yanında yürüyen şizofren dünyasının arkadaşları gibi, her gün bir başkası çalıyordu anı kapımı. Yürürken, sigara içerken, metroda giderken, bir iş yaparken, bakmışım o anıların içinde konuşmaktayım iç sesimle.

Artık onsuz yapamayacağımı söylediğim sevgililerim yoktu yanımda ve bana o sözleri söyleten duygunun nasıl bir duygu olduğunu unuttuğumu, o duygudan uzaklaştığımı ve en sonu aslında öyle bir duygumun kalmadığının farkına vardım hayrete düşerek. Demek ki yürek nasırlaşması buymuş diyordum.

Aslında aşk yok.

Yazdığım mektuplara nasıl güldüklerini hayal ediyordum. İsimlerinden yaptığım kaligrafilerin, çıkardığım şifrelerin, akrostişlerin, yürek sızılarının, uykusuz kıvranışların yalnızca bedensel beklentilerin zihinsel tepkileri olduğunu söylüyordum kendime.

Geçici olanın ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığı bir dünyada, biz, bizim olmayan bir zihinsel tahakkümün altında kaldığımızı görüyordum. İşler geçicidir, insanlar geçicidir, eşya geçicidir, mülk geçicidir, kariyer geçicidir demeye başlamıştım artık. Anılarımızda varlar ve hatırımıza düşmediği diğer tüm zamanlar içinde geçiciliğin sisleri içinde kaybolanların, unutulanların, gizlenenlerin, anlık çıkışları, geliş gidişleri boksörün yediği kontra yumruklar gibi vurmakta olduğunu görüyordum bana.

Karşı yumrukların en acısı sevgi denilen yumruktu. Dilimize pelesenk ettiğimiz, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadığım, anlatamadığım, seyrettiklerimden, okuduklarımdan, dinlediklerimden, duyduklarımdan tanımlamaya çalıştığım ama kendi başıma kalıp da nedir diye sorduğumda herhangi bir cevaba ulaşamadığım sevgi en acımasız yumrukları vurandı. Ama neydi sevgi?

Sevgi diye bir şey yok.

Yani ayrılmış, kategorize edilmiş bir "sevgi" kavramı yok. "Sevme" eylemi ile ortaya çıkan bir kelime olarak karşımıza gelen "sevgi" içi boşaltılmış bir kelime. "Sevmek" eylemi de içi boş bir eylem. Kediyi okşamakla biz "kediyi sevdiğimizi" söylüyoruz. Oysa yaptığımız yalnızca bir okşama ve onunla kurduğumuz karşılıklı ilişki. Çocuğumuzla kurduğumuz ilişkinin özetlenmiş bir haline sevgi denildiğini düşünüyorum. Sevgilimizle ulaştığımız bir düzeyin ayrıntılarından arındırılmış ve damgalanmış bir kelime. Proust'u okurken farkına varıyordum veya İskenderiye Dörtlüsü'nü. Hallerin, olayların, anların dibine sızan bir yoğunlaşmanın, herhangi bir anın basit, yalın göstergelerine sinen o küçük kıpırtıların toplamını adlandırmak arzusu ile üretildiğini düşünüyorum "sevgi"nin veya "sevme"nin.

Annemi ne kadar çok sevdiğimi söylemedim ona. Babamı, karımı veya çocuklarımı ne kadar çok sevdiğimi söylemedim onlara. Onlara karşı duyduklarımın bir tercümesi olmayacaktı çünkü bu sözcükler. Karşılamıyordu ve karşılamayacağını biliyordum. Yüzlerine bakmak, ellerini veya saçlarını okşamak, kokularını içime çekmek, soluk alış verişlerini dinlemek, nefessiz kaldıklarında kulağımı ağızlarına yaklaştırmak, uykularını, izlemek, oyun oynarken gülmelerini dinlemek, kızgınlıklarında hırslarını, öfkelerini dolaysızca dışa vurmalarını görmek, bunların ve dile getiremediğim diğerlerinin toplamına bir tanım getirmek ne kadar anlamlı hiç bilmiyorum.

Yabansılaştığımı düşünüyorum. Eskilerin dolaysızlığı, hoyrat ve dobralığı içinde ancak suskun, sessiz, kör karanlıkların sardığı sislerle sarılmış yaşadığımı.

Pencereden dışarı baktığımda gözümü dolaştırdığım tüm nesnelerin, tanıklık ettiğim olayların içinden geçip gittikleri zaman bağlamıyla kurdukları ilişkilerin dolaysızlığına kapıldığımı hissederdim genellikle ve onların üstünden dokungaçlarıyla bir şey alıp sentezleyen zihnimin, hiç umulmadık anlarda karşıma çıkardıklarının şaşkınlığının etkisiyle sabitleşir, derinleşir ve boşluğun kuytusuna dalardım.

Su sıçratan arabalar, kuşların ürkekliği, köpeklerin yılgınlığı, kedilerin acımasızlığı, çocukların bağrışlar bir küçük ok gibi deler geçerdi zihnimi. Küçük bir ok, hani neredeyse çocukken oynadığımız oyuncak ok kadar küçük, çelimsiz ve kırılgan, ancak dokunduğu yeri yakan bir ısırgan otu kıvamında acılı bir ok. Anlatılacak olan nedir ki? Bir hiçlik sarmalı. Neden - sonuç bağlamlarından yıkanmış, oluveren ve ıslatıveren bir çiseleme anı.

Bazen arkadaşların evinde kaldım. Soğuğu özledim. Dışarıda kalamıyorum artık. Eve çekilmek istiyorum her an.

Neden?

Artık dışarısı yoruyor beni. insanların sığlığı, ilkesizliği ciddiliği, oyun oynar halleri… Herhalde tek başına kalmaya artık iyiden iyiye alıştım. Kaçmak, saklanmak değil, umursamazlık hiç değil. Çünkü içten içe sorumluluk dürtüsünü engellemek çok zor, engellemek neredeyse mümkün değil. Umursamazlık işte bu sorumluluk duyma dürtüsünün bastırılması, yok edilmesi ile gerçek olabilir gibi geliyor bana. Kırılmak. Aslında umursamazlığın sonucu kırılganlığın yok olması demek. Kırılganlık varsa umursamazlık yok, demek istediğim şey yalnızca bu.

Farkına varabildiğin anlardan bir an sadece, adlandırılan mutluluk, neşe, arzu ile.

Anı yakala, ki anın farkına varabilesin. Anın farkına vardığında onun değiştirilemezliğine şahit olursun, ki kabullenmelisin. Kabullenirsen olayları, olguları kendini hayatın akışına bırakırsın.

Anı yakala.

Anın farkında ol.

Kabullen.

Kendini akışına bırak içinden akıp giden arzularının.

Ancak yakaladığın anı yaşadığının farkına varırsın. Anı yaşa derken veya anı yaşamak gerek derken, yalnızca kendi heveslerinin, heyecanlarının peşinde olanların dillerine pelesenk ettikleri, alttan alta da "benim ne olduğuma bakma, yalnızca arzularının peşinde -yani açıkça bana takıl, bana bağlan, bende kendini erit, bana teslim ol olarak okunabilecek anlamlar yükleyenlerin beklentileri- koş diyenlerin "anı yaşa" terennümlerinin yansıması değil.

Bir zen hikayesi vardır, kısaca anlatmak gerekirse:

Bir yaşlı adamın bir atı varmış. Bu atın ünü öyle yayılmış ki, bölgenin derebeyinin kulağına kadar varmış. Çıkıp gelmiş yaşlı adamın yanına. "Atını bana ver, ben de sen ne istersen sana vereyim," demiş. Yaşlı kabul etmemiş. Derebey gittikten sonra köyün ileri gelenleri gelip yaşlıyı kınamışlar. Yaşlı adam demiş ki, "fazla abartmayın, atı vermedim ve olan yalnızca bu."

Bir gün yaşlının atı kaybolmuş. Köyün ileri gelenleri yaşlıya varmışlar, onunla alay etmişler. Yaşlı, dün atım vardı, bugün yok. Dün ile bugünü karıştırmayın. Olan bu," demiş.

Bir kaç gün sonra yaşlının atı önde arkasında yirmi yaban atı çıkıp gelmişler köye. Köyün ileri gelenleri yine yaşlının yanına gitmişler. Yaşlı, "önemli bir şey yok," demiş, "dün atım yoktu, bugün yirmi bir atım var, dün ile bugünü karıştırmayın, olan bu," demiş.

Yaşlı adamın oğlu atları tımar ederken günlerden bir gün, bi atın çiftesi ile sakatlanmış. Yine köyün ileri gelenleri yaşlının yanına varmışlar. Yaşlı yine "dün sağlam bir oğlum vardı, bugünse kötürüm bir oğlum var. Olan bu", demiş.

Sonra zaman içinde imparator komuşu ülkeye savaş açmış, köyün tüm delikanlıları askere alınmış. Ancak yaşlı adamın kötürüm oğlu köyde kalmış. Köyün ileri gelenleri yine yaşlıya gitmişler. "Dün sizin oğullarınız vardı, bugün yok, sizin oğullarınız askere gitti, benim oğlum kaldı, olan bu". demiş.

Bu hikaye böyle gider.

Hep "olan bu" der yaşlı adam. dünle bugünün kesin farklılığını ortaya koyar, neden sonuç ilişkilerine dayanmaz.

Bir bilardocu gibi her ıstakanın bir önceki ıstakadan bağımsız olması gibi, insanın da bir önceki anından bir sonraki anını ayırmasını söyler.

İşte o bir önceki andan bir sonraki ana geçerken o geçişi fark edebiliyorsak, o anı yaşıyoruz demektir.

Farkına vararak yabansılaşıyordum. Yabansı bir yabancı. Hani yeni görülen bir yabancıdır da bir kaç zaman sonra bizden olacakmış gibi düşündüğümüz, ama öyle olmayıp ve kayıp giden, unutulan, izsiz ve sözsüz. Sığınılan kelimelerin ne kadar yetersiz kaldığını gören ve gereksizliğini duyan bir yabansı yabancı.

Metroda, otobüste yığılan kalabalıkların artık dokunamaz, etkileyemez kaldığı bir yaban. Konuşmaların sığlığını duymuyorum, şakaların şaka olmaktan çok bir kırma edimi olduğunu hisseden bir benlik olarak kendi kapanışına içini çeviren bir yaban. Karşıdan karşıya koşmadan, sakince geçen, bekleyen, kenara çekilen ve neredeyse her mimiğin, her sözün, muşambadan kayıp yere düşen damlalar gibi hiçbir etki bırakmaksızın kaybolması gibi boşluklarımda yok oluyordu yabansılığım içinde.

Artık ne kadar az sözcük kullanılırsa hayat o kadar basit ve anlaşılır olacakmış gibi geliyordu. Simgeler, göstergeler belirliyordu. Sevmek fiilinin tüm duygusallığını ifade etmek için kullandığımız metaforlar, benzetmeler, dizeler, öyküler, anlatılar, görüntüler, sesler yerine yalnızca bir bakış, bir dokunuş, hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir çift kelime.

Artık hiç dışarılarda olmak gelmiyordu içimden. Eve gitmeliyim veya eve gitmeliydim. Evde olmalıyım veya evde olmalıydım. Keşke çıkmasaydım, bir daha çıkmamalıyım. Radyoyu açmasaydım, televizyonu seyretmemeliyim, seyretmeyeceğim.

Sonra tekrar dışarılar, tekrar radyolar ve tekrar televizyonlar, tekrar yolculuklar, yeni yüzler, yeni öyküler, yeni şehirler.

Gelip geçiciliğin, olmanın, dokunmanın ve gitmenin, kalmamanın, kalmak istememenin acılı ve derin çağrısı ile dönüp gelinen soğuk ev, soğuk odalar, yatıp uyunacak ve rüyalarla dışarı çıkılacak yatak. Kimsenin nefesi, sesi, hareketi yok. Devinim yok. Özlenen o hareketsizlik, sarıveriyor kapıdan içeri girince. Anlamsız kelime yığınları yok, anlamsız şarkılar yok, boşluğun ciddiliği içinde bir şekilde biriktirdiğim, unutmamak için mimlediğim ve bir çerçi gibi o masanın başına geçip herşeyi dağıttığım anlar.

Birbirinin arasında öğütülen zaman kalmayınca başlıyordu kavgalar, savaşlar. Kişilerin, kişiliklerinin savaşıydı yaşananlar. İddialar, üstün görmeler, hakir görmeler, zıtlaşmalar, kendini dayatma ve kabul ettirmeler. Beklentiler, umulmayanların oluşuyla ters yüz olup surata çarpan dalgalar gibi yıkan, yakan sözler. Bilgiler, bilgeler, bilgiçler, büyük erdemler, ahlaklılık, onur yapıtları, abide şahsiyetler, doğruyu hakettiğini, doğruluğun hakkı olduğunu dayatan heykeller, düşünen egolar.

Tutunduklarımızın aslında ne kadar zayıf payandalar olduğunu belki hiç bilemeden ölüp gidenler. Evet, sen haklısın. Değişen ne, dünya bir gün daha fazla mı geç girecek kıyamete?Evet ben yanlışım. Yanacağım ateş bilmem kaç derece sonra farkedilir mi olacak? Bak bin derece yerine bin beş yüz derecede yanıyorsun, denilen.

Rekabet, direnç, kavga, savaş, irade. Bu kelimelerde abartılı bir kendini beğenmişlik, yaratıcı benlik -demirguos- olduğumuz vehmi ile hep yeni mücadeleleri, yeni serüvenleri arıyoruz insan ormanları içinde.

Rasgele, herhangi bir ortak geçmişi olmayan bir kaç kişi bir araya gelip sabahlara dek yaptığımız bir tartışmada anı yakala - kabullen - kendini akışa bırak diyebileceğimiz bir barış iklimi bulmuştuk. Dönüp bakınca anı yakalama durumunun ne olduğunu pek hissetmemiş de olsam, savaşın kabullenememekten geçtiğini anlamam hiç zor olmamıştı. Düşündüğüm en zor davranışında akışa kendimi bırakabilme gücümün olmadığıydı. Açıkcası güçsüzlüğümün.

Huzur işte bu sacayağının üzerine inşa edilmiş, bunu anlayabiliyorum artık.

Huzur için evdeyim. Odadayım. Seviyorum dediklerim yoklar. Hepsi gitmişler, dağılmışlar. Toprak altlarına saklanmışlar, anılara sığınmışlar, gözden ırakta yaşam çevrimlerinin döngüsünde havadan aldıklarını havaya veriyorlar.

Oyunlar yok, mahzun toplar, öksüz bisikletler, kirli yer çizgileri.

Kim kimden uzaklaşıyor? Hayat mı benden, ben mi hayattan? Sanırım ben hayattan uzaklaşıyorum. Huzur bir çeşit yabansılaşma ve bu huzur bırakıp gitmenin bir yolu belki. Daha az acılı, daha az gözyaşlı, daha bir alışılabilir olan bırakıp gitme.

25.03.2009 - Ankara

Hiç yorum yok:

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...