Artık ne yapıyorsam belli belirsiz, farkında veya değil, zihnimde kendimi bir filmi, romanı, kişiyi yaşıyor buluyorum. Bir şekilde artık bütünleşmiş, kendi mecrasında akan bir yaşamdan, kesikli, sıçramalı, tetikte, gözetlendiğini düşünen, iki saat sonra o imgelerin bitimi ile yaşamı silinecek olan bir benle yaşamaya çalışıyorum.
Kimi zaman bir uzak doğulu keşiş, kimi zaman içine kapanık bir adam, bazen bir matematik problemine dalmış, kendinden geçmiş bir araştırmacı, bazen karşısındakine söz hakkı tanımayan bir hatip, bazen kendisi ile saklambaç oynamaya çıkmış bir çocuk.
Yıllar geçtikçe gündelik hayatın sınırları ile kurgulanmış dünyanın sınırları birbirine karışmaya başlamış. Dışarıdan bakınca olağan, sıradan, sakin ve telaşsız, ama kendi içinde her an patlayan, arayan, aranan, tereddütleri ile kıvranan bir benlik.
Bir Haydn konçertosunu televizyonda seyrediyor ve dinliyorken, o konçertonun viyolenselini çalan saçları uzun ve beyaz, olan adamım. Diğer orkestra elemanları frakları, beyaz papyonları ve siyah ceketleri ile çalarken, o yani ben, üstünde bir ekose gömlek, yakası açık, altında ince fitilli kadife pantolonu ile konçertonun solisti, yani şimdi o benim. Biraz önce başka bir kanaldaki dedektiftim, akşam üstü Durell'in bir romanındaki karakterdim, örneğin Balthazar'dım ve Balthazar olarak, romanı kapattıktan sonra bulduğum bir Kabala kitabının sayfalarını karıştırıyordum. Dün, Marks'ın Kapital'in 1. cildine tekrar başlayan bir araştırmacıydım. Sabahleyin kalktığımda mutlaka akşam bir matematik teoremini ispatlamak üzere kendisine söz vermiş biriydim.
Uyandıktan sonra ne karar vermiş olursam olayım, yine oturup yazmam gereken yazıları, analiz etmem gereken belgeleri okumaya başlıyorum. Her kendime verdiğim sözden sonra onları erteleyerek, onlar için güç toplamaya söz verirken buluyorum kendimi.
Bir zamanlar Mersinaki Kuşçusu'nu okurken bir karakter, yazın çatlak bir şişeden konyak içiyordu, evet yazın o sıcağında konyak içiyordu. Özdeşleşivermiş ve ben de içmiştim bir yazın sıcağında konyağı. Sonra Teo'ya Mektupları'nı okurken Van Gogh'un, o madenci kasabasında buluyordum kendimi. Sardalye Sokağı'nı, Fareler ve İnsanları, İhtiyar Adam ve Balıkçı'yı, Raskolnikov'u aynı şekilde yaşadığımı hatırlıyorum.
Bir insan hayatının yaşandığı süreleri bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya, bir kaç satır dizeye sıkıştıran anlatılar, görüntüler, cümleler bölmeye başlamış beni de. Artık içten içe beni de yaşayacak birilerinin varolduğunu düşünmeye başlıyordum. Sanki hayat dışarıda bir şey olmaya başlıyordu. İçimden geçmeyen, içinde olmadığım, içine girmediğim. Haberler anlamlarını yitiriyordu, ve belki çok uzun bir süre önce yitirmişti. Ne radyo ne televizyon ne gazeteler, haberleriyle beni uyarmıyordu. Gündelik gerçekliğin dışında müzikler, romanlar, şiirler, öyküler, filmler, belgeseller, ölüm ilanları ilgi alanım olmuş çıkmıştı. Bir gazeteye önce arkasından başlıyordum ve ölüm ilanlarının sayfalarını bulup o ilanları okuyordum. Kim hangi ruh haliyle kaleme almışlar, ben olsam nasıl kaleme alırdım diye düşünürken buluyordum kendimi.
Uykuya yalnızca o parçalanmışlık duygusunun devamını sağlayan rüyaları görebilmek ümidi ile gidiyordum. Rüya görmek, rüya görmek. Tek arzum buydu. O rüyanın içinden çıkmak istemiyordum, uyanmak istemiyordum. O rüyada kalmak ve o rüyayı yaşamak istiyordum. İnsan hayatlarını bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya indirgeyen anlatılar, görüntüler, uykumda, rüya olarak belki bir kaç saniyeyi geçmiyordu ama bana mutluluk veriyordu. Beni kendinde tutuyor ve bazen gün boyunca o bir kaç saniyenin etkisi ile sarhoşmuşçasına dolaşıyordum.
Şimdiden sabah kalkışının yorgunluğunu duyuyorum.
Isıtıcıya su koymalıyım. Suyu ısıtmalıyım. Kahve hazırlamalıyım. Sigara yakmalıyım. Yeni bir film, yeni bir öykü, yeni bir ses bulmalıyım. Yeni yoksa, beni alıp götürüveren önceden okuduğum bir kitaba dönmeliyim, bir VCD'den sakladığım eski bir filmin benim o anıma denk düşen bir sahnesine gitmeliyim; örneğin, Philedelphia'da, Tom Hanks'in elinde serum askısı ile dolaşırken eşlik ettiği, Maria Callas'ın o aryasına, Umberto Giordano'nun "La Mama Morta"sına. Ölen çocuğuna sarılmış bir annenin ağıdına. Sonra masaya oturmalı ve yazmalıyım.
Edebiyat, sinema, müzik, resim, heykel veya fotoğraf, hangi sanat dalı olursa olsun, aslında hepsi, bence böylesi bir şizoid parçalanmışlığın sonuçları. Yazımı, çekimi, çizimi, oyulması yıllar süren her bir ürün, yapıtı ortaya koyanların o kendilerinden vazgeçişin, derinlere dalışın ve oralarda kaybolmayı göze alışların izleriyle nasıl sarıp sarmalıyorsa bizi, işte o gerçek dünya ile kurgulanan dünyanın paradoksunda, çatışmasında, çelişkisinde "güzel"i inşa ediyor. Ne denli belirsizleşiyorsa kurgu ile gerçekliğin arasındaki sınır, o kadar yokedici oluyor tüketici beğeniye karşı. Bu belirsizlik, geçiş hali, yarılma, kırılma, kopuş yoksa hangi teknik beceri, kurgu olanı nasıl gerçekmiş gibi yapar?
Kafka'nın kendisi için geceleri vardı, o dehlizlerini gecelerin içine inşa etmişti. Kendi tereddütü içinde kıvrananın kendisine ait biricik odasıydı, kendisini yaktığı, yıktığı karabasanları beslediği odasıydı, o zifiri karanlık ve ışıksız. Fuzuli'nin Leyla'sı, ışığın olmadığı gecenin en karanlık anındaydı. Sığınaktı.
Solaris'in insan zihninin yansılarından yarattığı bedenlerle kimi için kabusa dönüştüren kimi için de geçmişine demirleyip bırakmak istemediklerine bağlayan bağ, gecelerin imbiğinden geçmeden hayal edilebilmiş midir?
Auster'in New York Üçlemesindeki yazar gibi sabah çıkıp yürüyorum, uzun uzun. Hep kafamda düşünceler, cümleler, kelimeler. Sanki harflerle, kelimelerle, cümlelerle düşünüyorum. Sanki düşünmek yalnızca yazarmış gibi kelimeleri, yan yana getirmek ve cümlelere dönüştürmek, sonra bunları kağıda dökmek. Kant'ın hayat öyküsünü okuduğumda beni çarpan şey de bu herhalde. Her sabah aynı saatte evden tek başına çıkarak ders verdiği yere yürümek tek başına. O yürüyüşlerde ne problemler, ne teoremler, ne kurgular geçmiştir aklından ve belki niceleri kağıda dökülmeden uçup gitmiştir.
Hayatım bir parçalanmışlık duygusu ile kaplı. Filmlerin içindeyim, öykülerin, romanların içinde, dizelerin arasında. Bir film bitiyor ve başka bir filmin içinden çıkıyorum. Kahire'nin Mor Gülü gerçek. Gizli Yüz gerçek, Geceyarısı kovboyundaki hastalıklı adam gerçek, Keurac'ın orman bekçisi gerçek, hem Keurac için hem benim için. Raskolnikov gerçek, Oza gerçek, Forrest Gump gerçek, Kurtlarla Dans gerçek, Livia, Monteville, Dülger Balığı, Balbo gerçek, Calvino'nun Kubilay Han'ı gerçek, onun soruları ve imkansız kentler gerçek. çünkü hepsinde ben varım, hepsinden bende var. O kentlerden ben geçtim, o kemerlerin kavislerindeki tuğlaradan biri benim. Pheadrus benim, Bozkırkurdu, Magister Lugi Knecht, Sidartha. Hiç uzak değiller bana, sanki yanıbaşımdalar veya onlar benim düşlerimi dile getiriyorlar ben de onları her okuyuşumda veya seyredişimde onları, yazanları, çekenleri, söyleyenleri adına tekrar tekrar yaşıyorum, çoğaltıyor ve farklılaştırıyorum.
Filmlerin, romanların, öykülerin sahnelerini, fotoğraflarını çekiyor ve hafızama tembihliyorum. Bazen bir eğlencede dans ederken "Ucuz Roman"daki twisti ben yapıyorum parmak uçlarımda, "Güney"deki gece yarıları Astor Piazzola'nın bandoneonu ve Roberto Goyeneche'nin tangoları ile dans eden o uçuk kızların karşısındaki adam bendim. O gece yarıları sokakları yalayıp geçen dumanlar, inen sisler beni taşıyorlar. Hücrelerde, parmaklıkların ardında başını duvarlara vuran, iki büklüm betona kıvrılmış mahkum benim.
Her kare işliyordu içime, her paragraf çelik uçlu taş kalemleri ile yüreğime yazılıyordu, kakma gibi silinmemecesine işleniyordu.
Kareler, paragraflar, uçan notalar. Damda keman çalan adamdım, kendi tükenişini icra eden. Her canlı gibi, yok oluşuna yürüyen. Öyle bir ses bulmalıydım ki ebedi asılı kalsındı havada, hiç silinmesindi, titreşimi sönümlenmesindi.
Birazdan uykuya gideceğim. Belki sabah kalkamayacağım belki kalkacağım. Rüyalar göreceğim, uyanacağım. Ama bu yarılmışlık duygusu hep benimle birlikte olacak. Yarın başka bir filmin içinden geçeceğim, başka bir romanda yazar beni yazacak, bir Rize belgeselinde yaylalarda benim yürüyüşümü çekecekler, bir Çerkez düğünündeki akordeonu ben çalacağım, bir cinayeti ben çözeceğim, birisi bana aşık olacak ama ben farkına bile varmayacağım, otobüsten bir çocuğa el sallayacağım, o beni görmeyecek. Akşam seyrettiğim filmdeki bir sahneyi onun da, onların da seyrettiğini varsayacağım ve oradaki o sözün bana dair olduğunu farkedeceğini, farkedeceklerini düşüneceğim. Bu sahneyi unutmamalıyım, bu paragrafı hiç hatırımdan çıkarmamalıyım deyip mimlediklerimin bir kaç saat, bir kaç gün sonra kaybolup gittiğini farkına vardığımda yaşadığım hayal kırıklıkları yerini, birden yıllar sonra hiç olmadık bir çağrışımla çıkıp gelivemesinin şaşkınlığa bırakması. Yaşadıklarım bunlar ve beni avucuna alıp okşuyor bu anlar usulcacık.
Bir telefonun geleceğini bileceğim ve sonra susacağım, defteri kapatacağım, kalemi bırakacağım.
Hayatım kurgulara bölünmüş şizofren bir çoğalma.
Kanserimi yaşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder