Artık eskinin o her konuda söz sahibi bilgelerine yer kalmadı dünyada. Kişiler yüklemleri ile bir yerdeler. Yapabileceklerinden öte yaptıkları önemli.
Aslında "yapabilme" öyle küçümsenecek bir özellik de değil bakılırsa. "Yapabilme", "yapma"dan önceki bir gizil gücü (potansiyel) belirler. Ama yaşanılan dünya gizil güçlerden önce içinde yaşanılanın aşılmasını amaçlıyor. Bu amaca ulaştıktan sonra bir birey "yapabilme" gizil gücüne dönebilir ancak.
"Yapma"dan temel beklentiler, her an oluşan veya oluşabilecek süreç ve sorunlara yönelik hazır bir gücün, pozisyonun veya durumun gerekliliği ile açıklanabilir.
"Yapabilme"nin diğer bir açmazı ise niyete dayalı olması.
Niyetin uygulanabilirliğe dönüşü ise başlangıç durumlarında değerlendirilemediği için ya da kesin olarak denetlenemeyeceğinden ötürü, özünde bir "güvensizlik" unsurunu taşır.
Yaşanılan dünyanın karmaşık yapısında ortaya çıkan herhangi bir sürece yapılacak müdahale, düzeyi ne olursa olsun, bir sonuca yöneliktir. "Sonuç", ne olursa olsun, bir "güvensizlik" durumunun olasılığına tahammül göstermek istemez. Bu nedenle, "ne yapabileceği" değil "ne yaptığı" bilinen kişilere, kurumlara, en genel anlamda yapılara ihtiyaç duyulur sistem(ler) tarafından.
Savaş kahramanları gizil güçlerin ürettiği kahramanlardır. Sistem(ler) emek kahramanları aramaktadırlar.
Che Guevera "emek kahramanlarını bulmak, savaş kahramanları bulmaktan zordur" demiş.
Bugün bizi kuşatan, bizi benliğimizden alıp götüren ve üretim süreçlerinde kişiliğimizi nesneleştiren, bizi, duygularımızı, ihtiyaçlarımızı, arzu beklentilerimizi kendi bakış açısından "meta" haline sistem(ler) için "emek kahramanı" olmak yerine "tembellik hakkı"nı kullanan kişiler olmayı yeğlemek, işte odak, merkez bu.
Toplumlarda "ne yapması gerektiğini" bilen bireylerin varlığı, o bireylerin "yapabildiklerinin" belirlenmesiyle bilineceği açıktır.
O bireyler de "yapabildiklerini" yaptıkları sürece var olacaklardır sistem için. "Yapabileceklik" geleceğe gönderilen bir zarftır.
Kant "... bilgi, nesnesinde daha önce bulunamayan hiçbir şeyi, özne bilemez..." diyerek bilgiyi sınırlandırırken, "mümkünlülük"le "muhtemellik"i ayırmış, öznenin, öznelerin "algıları dahilinde" olanları kavrayıp sınıflandırabileceğini söylemiştir.
Toplumsal yapıların, kurum ve geleneklerin yöneldiği insanın sorunsalı, insanın düşünsel ve bedensel anlamda "olanaklılıkları" noktasına odaklanmaktadır.
Böyle olunca toplumsal yapı, kendini belirleyen başat ideolojiler doğrultusunda koruma, kollama ve gelecek kuşaklara aktarma işlevlerini belli biçimler aracılığı ile ya da kendine göre içselleştirdiği biçemlere, formlara devreder.
Bu devir, dinsel, otoriter, demokratik, materyalist, idealist, siyasal, siyaset dışı; ne ad alırsa alsın, toplumsal yapıların ortak paydasını oluşturur. Açıkçası evrenselliğe atıfta bulunan formlardır bu formlar. Yani baştan beridir ve değiştirilemezmişçesine yerleştirilmiştir zihinsel süreçlere. Tek ayrım noktası, bu formlara, toplumsal yapıların veya eşlik ettikleri modellerin yükledikleri içeriklerdir. İçeriklerin özellikleri, amaçları, yöntemleri, toplumsal yapının "geleceklilik"ni ya da "geleceğe kalma" gücünü belirler.
O halde birey olarak sorunumuz, bir kurumu, kurumları, yapıları ve onların taşıdığı formları, formların özünü kaldırmak, kaldırmamak değil, bireyin kendi sınırlılıkları içinde, bireyin kabul edilebilirlik sınırlarını geliştirmek ve bu sınırları "işlevsel kılmak", kullanılabilir kılmak gerekiyor.
Yönelim, birey kavramının, Kantçı bir ifade kullanırsak, "kendinde" olandan "kendi için"e genişletmeyi amaç haline getiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder