- Meçhul bir Ömer'e.
Margaras
Beyaz kedi her yanı tarayıp ertesi gün için gökyüzünü temizleyen gümüşsü ayı temsil eder. Beyaz kedi "gizlice ortadan kaybolanları izleyen, iz takip eden avcı; araştırıcı; kelebek avcısı"dır. Margaras "ternizleyici" ya da "kendi kendini temizleyen hayvan"dır. Yolu gümüşsü ayla aydınlanmış olan beyaz kedi avcı ve katildir. Bütün karanlık, gizli yerler ve varlıklar o karşı konulmaz ölçüde tatlı ışıkta ortaya çıkar. (William S. Burroughs - İçerdeki Kedi)
28 Temmuz 2024 Pazar
Ben Şimdi Ölmedim
21 Ekim 2023 Cumartesi
Cumartesi
bir yere yetişme telaşım yok
kahve presliyorum iki bardaklık
birazı soğumalık birazı içilmemelik
- bekleyecek unutulacak
mavi kupa
kırmızısı yıkanacakların içinde
üç dakikanın dolmasını bekledim
sonra dökme gücünü
mavi kupayı doldurdum
içme isteğini bekliyorum
kulpunu sol elime çevirdim
sıcak ilk yudum
ikinci yudum
perdeleri açmalıyım
üçüncü yudum
balkon kapısını da
dördüncü yudum
martı sesleri girdi odaya
pek tanımam kuş seslerini
beşinci yudum küçük
belki karga sesleridir
cumartesi
kamyonlar sarsıyor evleri
altıncı yudum
radyoyu açtım
masa ne kadar dağınık
çok eşya var
zihnimin fazlalıkları kadar
eşyaların yerini değiştirdim
poşeti dolaba kaldırdım
dolapta pirinç dolu kavanoz
alış veriş fişlerini çantaya koydum
kalemler kablolar
yalnızca gözümün gördüğü yerleri temizliyorum
eşyalar hala azalmıyor
yedinci yudum
kupa biraz boş
benim içim doluyor
çamaşır makinesi çalışıyor
çok fazla gürültü
odadan sokaktan içimden
sekizinci yudum
aklımda Celal Babam
bin dokuz yüz seksen beş yılı
dokuzuncu yudum
- için uzanamadım kupaya
yeni bir satıra geçtim
yedi kırk dokuz
cumartesi
bir Çin ezgisi şarkının içinde
nihayet dokuzuncu yudum
ardından onuncusu
ılık bir mayi akıyor boğazımdan
hala o Çin ezgisi
birazdan yeni bir program
saksafon solosu
kuş sesleri
on birinci yudum
yüzyıllar geçmiş üzerinden unutulmuş
yüz yıllar sanki unutmak demek
o Çin ezgisi
stardust into man
hemen şimdi
tazecik hatırlamak
yeni yepyeni
o Çin ezgisi Rhonda Bellamy
okyanus diplerinden
on ikinci yudum
o Çin ezgisi Shaolin tapınağının
on üçüncü yudum
soğumuş kahve
ki ben soğuk kahveyi de severim
son yudumuna kadar
o kahve benim kaderim
on dördüncü yudum
kahve bitti
mavi kupayı tekrar doldurdum
başka bir kader
her seçim
her tercih
her dolduruş
farklı bir macera
saymayacağım yudumları
sadece içeceğim
Rhonda Bellamy dinleyeceğim
14 Ekim 2023 Cumartesi
İzleyiciler
9 Eylül 2023 Cumartesi
O Yaz
tavan
yer
perdesiz pencereler
O terkedilip kaldığım günlerden beri, çiçekleri sulamayı bıraktığım, kedinin yemeğini unuttuğum ve kendisini beşinci kattan aşağı attığı günlerden beri, ayaklarının kırığını, o yeni taze üniversiteli kızın tedavi ettirdiği, sonra gebe kalıp dört tane yavru doğurduğu günlerden beri, yani terkedilip geride kalan olduktan sonra;
oturdum
yaslandım
duvara
bir bardak su içimi
soluklandım
Mahkeme kâğıtları diyordu telefonda bir kadın ağlamaklı, seni arıyorlar. Evet, beni arıyorlar. Çünkü ben kalandım. Firar eden etmişti, teslim olan teslim olmuştu, geri çekilen geri çekilmişti. Bir başına kalmıştım. Bir kadın sesi ağlamaklı seni arıyorlar, teslim ol, git konuş diyen. Zaten kalarak teslim olmamış mıydım, zaten o dört duvar yer perdesiz pencereler içinde teslim olmamış mıydım?
boşandım
nefesimden
damlalar
yaşadı
son talanımı
Ayaklarımı uzatmışım yere. Bir eski teypten çalan şarkılar. Sırtımda güneşin ve gündüzün ağırlığı, toz kokan odada, dün geceden kalan hiçbir şey kalmamış. Kim geldi kim kaldırdı. Belki ben sabahın sersemliğinde belki alt kattaki çocuklardan biri. Anahtar. Nedir ki neyi kapatıyorum neyin üstüne neyi kilitliyorum. Kırmızı balıkçı kazağım bu sıcakta kimin hazinesi olur ki, versem de açık bıraksam da üstünde unutsam da anahtarı ne değişir? Rüyalarıma giriyor kaçtığım yerler, tekrar dönmek için yolları arıyorum. bulamıyorum. Tek çarem kalıyor. Uçmalıyım. Rüyalarımda uçuyorum. Artık uyanasım gelmiyor, kalkasım gelmiyor yataktan. Rüya istiyorum. Rüya sarhoşuyum. Her tarafım tutulmuş yatmaktan ama rüya istiyorum. Bir kadın başımda rüya mı gerçek mi bir gözlüklü çocuk bakıyor bana gerçek mi rüya mı. Uçuyorum Elektrik tellerine konuyorum. bir kargayım gerçek mi rüya mı. Susadım. İçtiğim ne? su mu? Gerçek mi, rüya mı, gerçek mi, rüya mı?
bir masal okudum
satırlara
kendimden
muammalar
gizledim.
Rüyalardan çıktım. Hala terkedilenin kalanıyım. Gittiler. O soğuk gün, o yılın ilk günü bırakıp gittiler. Yalnızdım. Gidecek bir yerim yoktu. Gece olunca o soğuk eve çıktım. Terk edilmek tazeydi, kalan olmak nedir bilinmiyordu henüz. Soğuğa sarınıp uyudum. Kaç geceler yalnızlığı sarındım. Kaç geceler yalnızlığa uyandım. Kaç geceler yalnızlığa haykırdım. Kaç geceler korkuların ağlarına yakalandım. Yağmurlar yağdı, pencereler titredi rüzgârlarla. Bir kartal yuvasıydı en üst kat ve en son balkon. Çıktım kimi zaman balkona ve aşağıya baktım. Nasıl çarpacağımı düşündüm yere. Sonra içeri girip oturdum penceresiz odada. Işık batıyordu. Sesler batıyordu. Tek dinlediğim rüzgârdı, yağmur damlalarının vuruşu kirli camlara. Büyük boş salona geçerdim bazen. Yağmur yağarken. Damlalar iz olur da kayardı. Yollar çizerlerdi kendilerine dair. Hiç kimsenin görmesi önemli değildi. Damlanın kendi yoluydu işte. Kayar ve karanlığa karışırdı. Yere düşerdi belki ama yaşardı.
Yaz. terk edilmenin ne olduğunu öğrendim, kalanın ne olduğunu öğrendim. Sonra işte onu, kedimi buldum bir sokak kedisi. Avukatım vermişti. Beni bekliyordu. Benimle oynuyordu. Sarıldığım tek varlıktı. Ayaklarımdaydı, başucumda uyuyordu. Küçüktü sonra büyüdü biraz ama hep küçük kaldı gözlerimde. O yanımdaydı. O yanımdayken beni fikirlerim terk etti önce. Sonra direncim. Kapandım kapılara dışarılardan üstüme. Geceleri sabahlara dek başka göçebe odalarında kanatmaya devam ettim. Unuttum kapandığım kapıları. Uğramaz olmuştum. Kedim benim. Atmıştı kendisini, benim intihar atlayışımı düşündüğüm gibi. Kırılmıştı ayakları.
kedim
koparılmaz
yeşil daldan
silinmez maviden
haberliydi
Bir gece döndüm odama. O taze üniversiteli kız kucağında geldi yanıma. “Zeliş” dedi, iyi artık, “Zeliş” benim olsun mu? “Zeliş” senin olsun, “Zillim” senin olsun, “Zoyam” senin olsun. Ara sıra izin ver gelsin yanıma bazen bir gece yine sarılıp yatalım onunla, sonra ben sana usulca bırakırım zilli zeliş zoyamı. Senin uykularına senin rüyalarına emanet ederim onu.
Odamda oturuyordum. Sesler uzaklardan geliyordu. Asansörler çalışıyordu. Ben kalandım hem kedimin arkasından hem göze aldıklarımın arkasından kalandım. Beni terkediyordu, içimden bir şeyler sıyrılıp çıkıyordu. Bir enkaz kalıyordu geride, yığılmış bir kum tepesi.
sorularımı
savurdum
ummanları
dağıtan yele
Sorusuz kaldım. Sormak istemiyordum çünkü. Cevap aramıyordum. Cevap yoktu çünkü. Bir oluşun kesintisiz akışında eşyalar nesneler özneler nasıl yerleşirse yerleşsinler bağların gücünde kâğıttan kalelerdi. Gördüm zayıflıklarını. Tattım zayıflığın ölümcül tadını. Güç yoktu, bağlanmış bir ağ vardı, kimi gözenekleri geniş, kimi gözenekleri dar. Bir elekten geçen ve iri taneleri yukarıda kalan topraktık işte. Bazen alta geçiyorduk bazen üstte kalıyorduk. Bazen karılıyorduk bazen destek yapılıyorduk, bazen değerliydik bazen atılıyorduk, her an ve her an değişerek tane büyüklüklerimiz, her an ve her an ihtiyaç duyulduğumuz yerler değişerek kullanılıyorduk. Bir işte adam yerine koyuluyorduk, sokakta bir yerde itilip kakılıyorduk, bir meydanda yollarımız kesiliyordu, bir bilgisayarda problemler çözüyorduk, para deniyordu gündüzleri, akşam aşklar yasaklanıyordu. sorulara yer yoktu. Cevap yoktu çünkü. Soru soruyorlardı. Aldıkları cevaplar yanlıştı. Tek doğrusu vardı cevabın, bilmiyorlardı. Yaşamdı bu cevap, gerisi yanlıştı, ötesi yalandı ve sonu yoktu.
davul
gümbürtüsünde
üfledim
rüzgarı
deli deli
Sözün bittiği yer
hrant dink: sözün bittiği yer.
o zaman başka birisi konuşsun benim için.
scott fitzgerald'in "muhteşem gatsby"si can yücel çevirisi ile şöyle başlar:
"babamın toy çağımda bana söylediği bir cümle kulağıma küpe olmuştur. 'birini tenkide kalkacak olursan, ilkin onun seninle aynı şartlarda dünyaya gelmediğini düşün.'"
bu kadar basit aslında, bu kadar basit. kim olursa olsun veya ne olursa olsun, o senin şartlarının adamı değil. silahı doğrulttuğun adam senin şartlarında doğmadı, ipe çektiğin adam, zindana kapattığın adam senin şartlarında doğmadı ve sen de onun şartlarında doğmadın. senin hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya yoksulluğunun şartları ile hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya fakirliğinin şartları aynı değil. aynı kopya değilsiniz. aynı kopya değilseniz o sana nasıl tahammül gücüne, seni anlama dürtüsüne, seni görme ve dinleme hassasiyetlerine sahipse senin de bu hassasiyetlere sahip olman, en basiti insan olarak, idrak, izan sahibi bir insan, bir kendinin farkında varlık olarak sahip olman gerekir.
ey tetiğin gerisindeki parmak,
ey arpacığın ardından kırpılmış göz,
ey silahı doğrultmuş el,
ey geri tepmeye hazırlıklı omuz,
ensesinden vurduğun, belki yüzünü göremediğin sendin, ama o ensesinden vurduğun, mutlaka bendim ve bizdik.
ey silahın ardındaki fikir,
biz bekleyenlerdik, susayanlar ve kıvrananlardık. dudağımız bilginin susuzluğundan kurumuştu. gizleri aralamaya ve bugüne çıkartmaya çalışıyorduk. iğne ile kuyu kazıyorduk, ama sonra birileri bizleri o kuyuların içine yuvarlıyorlardı. sesimizi kesiyorlardı.
ama görmüyordun ve hala göremiyorsun. ne acı.
son halka mıydı turan dursun, son halka mıydı uğur mumcu, son halka mıydı zeki erginbay, son halka mıydı mustafa hayrullahoğlu, son halka mıydı turan emeksiz, son halka mıydı sabahattin ali, son halka mıydı mustafa suphi, son halka mıydı hrant dink. ..
son yoktur ki, fikir her yerde yeşerir, silahların gölgesinde, kelepçenin kilidinde, yanan sıgaranın ateşinde. eksilttiğini sandığın her an çoğaldığımızı göremiyorsun.
ey silahın ardındaki fikir,
sen fikir misin, fikir olabilir misin?
en fazla korkak bir hiçsin.
Hayatım: Bölünmüş Kareler
Artık ne yapıyorsam belli belirsiz, farkında veya değil, zihnimde kendimi bir filmi, romanı, kişiyi yaşıyor buluyorum. Bir şekilde artık bütünleşmiş, kendi mecrasında akan bir yaşamdan, kesikli, sıçramalı, tetikte, gözetlendiğini düşünen, iki saat sonra o imgelerin bitimi ile yaşamı silinecek olan bir benle yaşamaya çalışıyorum.
Kimi zaman bir uzak doğulu keşiş, kimi zaman içine kapanık bir adam, bazen bir matematik problemine dalmış, kendinden geçmiş bir araştırmacı, bazen karşısındakine söz hakkı tanımayan bir hatip, bazen kendisi ile saklambaç oynamaya çıkmış bir çocuk.
Yıllar geçtikçe gündelik hayatın sınırları ile kurgulanmış dünyanın sınırları birbirine karışmaya başlamış. Dışarıdan bakınca olağan, sıradan, sakin ve telaşsız, ama kendi içinde her an patlayan, arayan, aranan, tereddütleri ile kıvranan bir benlik.
Bir Haydn konçertosunu televizyonda seyrediyor ve dinliyorken, o konçertonun viyolenselini çalan saçları uzun ve beyaz, olan adamım. Diğer orkestra elemanları frakları, beyaz papyonları ve siyah ceketleri ile çalarken, o yani ben, üstünde bir ekose gömlek, yakası açık, altında ince fitilli kadife pantolonu ile konçertonun solisti, yani şimdi o benim. Biraz önce başka bir kanaldaki dedektiftim, akşam üstü Durell'in bir romanındaki karakterdim, örneğin Balthazar'dım ve Balthazar olarak, romanı kapattıktan sonra bulduğum bir Kabala kitabının sayfalarını karıştırıyordum. Dün, Marks'ın Kapital'in 1. cildine tekrar başlayan bir araştırmacıydım. Sabahleyin kalktığımda mutlaka akşam bir matematik teoremini ispatlamak üzere kendisine söz vermiş biriydim.
Uyandıktan sonra ne karar vermiş olursam olayım, yine oturup yazmam gereken yazıları, analiz etmem gereken belgeleri okumaya başlıyorum. Her kendime verdiğim sözden sonra onları erteleyerek, onlar için güç toplamaya söz verirken buluyorum kendimi.
Bir zamanlar Mersinaki Kuşçusu'nu okurken bir karakter, yazın çatlak bir şişeden konyak içiyordu, evet yazın o sıcağında konyak içiyordu. Özdeşleşivermiş ve ben de içmiştim bir yazın sıcağında konyağı. Sonra Teo'ya Mektupları'nı okurken Van Gogh'un, o madenci kasabasında buluyordum kendimi. Sardalye Sokağı'nı, Fareler ve İnsanları, İhtiyar Adam ve Balıkçı'yı, Raskolnikov'u aynı şekilde yaşadığımı hatırlıyorum.
Bir insan hayatının yaşandığı süreleri bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya, bir kaç satır dizeye sıkıştıran anlatılar, görüntüler, cümleler bölmeye başlamış beni de. Artık içten içe beni de yaşayacak birilerinin varolduğunu düşünmeye başlıyordum. Sanki hayat dışarıda bir şey olmaya başlıyordu. İçimden geçmeyen, içinde olmadığım, içine girmediğim. Haberler anlamlarını yitiriyordu, ve belki çok uzun bir süre önce yitirmişti. Ne radyo ne televizyon ne gazeteler, haberleriyle beni uyarmıyordu. Gündelik gerçekliğin dışında müzikler, romanlar, şiirler, öyküler, filmler, belgeseller, ölüm ilanları ilgi alanım olmuş çıkmıştı. Bir gazeteye önce arkasından başlıyordum ve ölüm ilanlarının sayfalarını bulup o ilanları okuyordum. Kim hangi ruh haliyle kaleme almışlar, ben olsam nasıl kaleme alırdım diye düşünürken buluyordum kendimi.
Uykuya yalnızca o parçalanmışlık duygusunun devamını sağlayan rüyaları görebilmek ümidi ile gidiyordum. Rüya görmek, rüya görmek. Tek arzum buydu. O rüyanın içinden çıkmak istemiyordum, uyanmak istemiyordum. O rüyada kalmak ve o rüyayı yaşamak istiyordum. İnsan hayatlarını bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya indirgeyen anlatılar, görüntüler, uykumda, rüya olarak belki bir kaç saniyeyi geçmiyordu ama bana mutluluk veriyordu. Beni kendinde tutuyor ve bazen gün boyunca o bir kaç saniyenin etkisi ile sarhoşmuşçasına dolaşıyordum.
Şimdiden sabah kalkışının yorgunluğunu duyuyorum.
Isıtıcıya su koymalıyım. Suyu ısıtmalıyım. Kahve hazırlamalıyım. Sigara yakmalıyım. Yeni bir film, yeni bir öykü, yeni bir ses bulmalıyım. Yeni yoksa, beni alıp götürüveren önceden okuduğum bir kitaba dönmeliyim, bir VCD'den sakladığım eski bir filmin benim o anıma denk düşen bir sahnesine gitmeliyim; örneğin, Philedelphia'da, Tom Hanks'in elinde serum askısı ile dolaşırken eşlik ettiği, Maria Callas'ın o aryasına, Umberto Giordano'nun "La Mama Morta"sına. Ölen çocuğuna sarılmış bir annenin ağıdına. Sonra masaya oturmalı ve yazmalıyım.
Edebiyat, sinema, müzik, resim, heykel veya fotoğraf, hangi sanat dalı olursa olsun, aslında hepsi, bence böylesi bir şizoid parçalanmışlığın sonuçları. Yazımı, çekimi, çizimi, oyulması yıllar süren her bir ürün, yapıtı ortaya koyanların o kendilerinden vazgeçişin, derinlere dalışın ve oralarda kaybolmayı göze alışların izleriyle nasıl sarıp sarmalıyorsa bizi, işte o gerçek dünya ile kurgulanan dünyanın paradoksunda, çatışmasında, çelişkisinde "güzel"i inşa ediyor. Ne denli belirsizleşiyorsa kurgu ile gerçekliğin arasındaki sınır, o kadar yokedici oluyor tüketici beğeniye karşı. Bu belirsizlik, geçiş hali, yarılma, kırılma, kopuş yoksa hangi teknik beceri, kurgu olanı nasıl gerçekmiş gibi yapar?
Kafka'nın kendisi için geceleri vardı, o dehlizlerini gecelerin içine inşa etmişti. Kendi tereddütü içinde kıvrananın kendisine ait biricik odasıydı, kendisini yaktığı, yıktığı karabasanları beslediği odasıydı, o zifiri karanlık ve ışıksız. Fuzuli'nin Leyla'sı, ışığın olmadığı gecenin en karanlık anındaydı. Sığınaktı.
Solaris'in insan zihninin yansılarından yarattığı bedenlerle kimi için kabusa dönüştüren kimi için de geçmişine demirleyip bırakmak istemediklerine bağlayan bağ, gecelerin imbiğinden geçmeden hayal edilebilmiş midir?
Auster'in New York Üçlemesindeki yazar gibi sabah çıkıp yürüyorum, uzun uzun. Hep kafamda düşünceler, cümleler, kelimeler. Sanki harflerle, kelimelerle, cümlelerle düşünüyorum. Sanki düşünmek yalnızca yazarmış gibi kelimeleri, yan yana getirmek ve cümlelere dönüştürmek, sonra bunları kağıda dökmek. Kant'ın hayat öyküsünü okuduğumda beni çarpan şey de bu herhalde. Her sabah aynı saatte evden tek başına çıkarak ders verdiği yere yürümek tek başına. O yürüyüşlerde ne problemler, ne teoremler, ne kurgular geçmiştir aklından ve belki niceleri kağıda dökülmeden uçup gitmiştir.
Filmlerin, romanların, öykülerin sahnelerini, fotoğraflarını çekiyor ve hafızama tembihliyorum. Bazen bir eğlencede dans ederken "Ucuz Roman"daki twisti ben yapıyorum parmak uçlarımda, "Güney"deki gece yarıları Astor Piazzola'nın bandoneonu ve Roberto Goyeneche'nin tangoları ile dans eden o uçuk kızların karşısındaki adam bendim. O gece yarıları sokakları yalayıp geçen dumanlar, inen sisler beni taşıyorlar. Hücrelerde, parmaklıkların ardında başını duvarlara vuran, iki büklüm betona kıvrılmış mahkum benim.
Her kare işliyordu içime, her paragraf çelik uçlu taş kalemleri ile yüreğime yazılıyordu, kakma gibi silinmemecesine işleniyordu.
Kareler, paragraflar, uçan notalar. Damda keman çalan adamdım, kendi tükenişini icra eden. Her canlı gibi, yok oluşuna yürüyen. Öyle bir ses bulmalıydım ki ebedi asılı kalsındı havada, hiç silinmesindi, titreşimi sönümlenmesindi.
Birazdan uykuya gideceğim. Belki sabah kalkamayacağım belki kalkacağım. Rüyalar göreceğim, uyanacağım. Ama bu yarılmışlık duygusu hep benimle birlikte olacak. Yarın başka bir filmin içinden geçeceğim, başka bir romanda yazar beni yazacak, bir Rize belgeselinde yaylalarda benim yürüyüşümü çekecekler, bir Çerkez düğünündeki akordeonu ben çalacağım, bir cinayeti ben çözeceğim, birisi bana aşık olacak ama ben farkına bile varmayacağım, otobüsten bir çocuğa el sallayacağım, o beni görmeyecek. Akşam seyrettiğim filmdeki bir sahneyi onun da, onların da seyrettiğini varsayacağım ve oradaki o sözün bana dair olduğunu farkedeceğini, farkedeceklerini düşüneceğim. Bu sahneyi unutmamalıyım, bu paragrafı hiç hatırımdan çıkarmamalıyım deyip mimlediklerimin bir kaç saat, bir kaç gün sonra kaybolup gittiğini farkına vardığımda yaşadığım hayal kırıklıkları yerini, birden yıllar sonra hiç olmadık bir çağrışımla çıkıp gelivemesinin şaşkınlığa bırakması. Yaşadıklarım bunlar ve beni avucuna alıp okşuyor bu anlar usulcacık.
Bir telefonun geleceğini bileceğim ve sonra susacağım, defteri kapatacağım, kalemi bırakacağım.
Hayatım kurgulara bölünmüş şizofren bir çoğalma.
Belleksizleşmek istiyorum
Arka arkaya, üst üste, durmadan okumak, seyretmek, o daldan bu dala atlamak o notalardan bu notalara sıçramak. Kaçmak, kovalamak, durmak, beklemek, yaklaşmak, dokunmak, sonra kayboluvermek. İşte çözümsüz bir döngünün sonucu ortaya çıkan tereddütler böyle başlıyor. Sığınmakla yolunu buluyor, sığınakta soluklanıyor. Artık o kitaplar, o karanlık odalar, o diskler, kimler, neler demişler, neleri nasıl görmüşler, nasıl dile getirmişler. Kendim için duymadığım heyecanları o başkalarının algı kapıları için duymaya başlayan bir göçmüş ruhlar sığınağı oluyorum. İnzivalarının iplerini bağladıkları direkler ben oluyorum. Sağlam, sarsılmaz ve imanlı.
Yeni nesi var, yeni ne söylemiş, yeni ne çekmiş, yeni ne yazmış. Benim gündemim, heyecanım, oynaklığım onların heyecanı, gündemi, oynaklığı olmuş. Kopuşum için, asıl bu "onlar" olmaktan kopuşum için istiyorum belleksizleşmeyi.
Yıllarca onlardan gelenlerle doldurduğum, biriktirdiğim herşeyi bir çırpıda silip atıvermek, kesip koparıvermek için istiyorum belleksizleşmeyi.
Yoksa biliyorum: Bir tiryaki iseniz ne zordur bırakmak. Bir müptela iseniz ne zordur koparmak. Yalnızca avutursunuz kendinizi. Bahanelerin, masumane savunuların, ucun ucun için için gönlünüzün kayması ile hırsızlama bakışlarla yaklaşmanın, dokunmanın ve sanki her zaman sizinmiş, sizinleymiş gibi bir parçanız haline getirdiğiniz o membadan yudumladığınız her zerrenin size nasıl bir ilmek geçirdiğinin bilgisine sahip olarak, kandırılmak istersiniz ve göz yumarsınız.
Onları, anıları, kalıntılarını, kırıntılarını süre sıralarından çıkarmak istiyorum. Birbiri üstüne bindirerek karmaşık bir kaleydeskopa çevirmek istiyorum belleğimi. Her çalkalanışta, her yeni paragrafta, her yeni görüntüde kaleydeskop kendisini rasgele yeniden sıralamalı ve yeni öyküler kurmalı. Belleğim bu öykülerin zincirlerini, zapt-ı rapt hallerini elinde tutmamalı.
O zaman artık peşinde gideceğim tarihsel izleklere sahip yol haritalarım olmayacak. Kendimi eksik göreceğim hissedeceğim kapanlarım olmayacak. Herşey yeniden ve her seferinde bir öncekinin en küçük bir yerleşimine, ilişkisel bağlarına sahip olmayan yeni bir biçimde, yeni bir desende yeni ve başka bir benle buluşacağım. Bir göçmenin korkuları, sığlığı ve bir yere ait olmamanın ürkekliği içinde ama yeni bir heyecanla, yeni bir hevesle gözlerimi açtığımda, yeniden kurulmuş başka bir dünya ile karşılaşacağım.
Artık zaman denilen izlek, sürelerin sıralanışında cisimlerin konumlanışıyla, mekansal koordinatlarla tarihsel anların fonksiyonu olmayacak. Zaman yalnızca kolumda taşıdığım beş dakika önce, bir gün sonra, yarın onun yaş günü demek için bana bir şeyleri başka şeylerle karşılaştırma fırsatı veren bir gösterge olacak. Araçların kilometre sayaçları gibi. Yüzbin kilometre yola yapmış. O kadar. Nereye gitmiş kaç kişi gitmiş, kışın mı yazın mı gitmiş, kaza geçirmiş mi, kimler kullanmış, nerede bozulmuş, nerede durmuş. Hangi yol lokantasında mola vermiş, hangi motelin önünde sabahlamış, hiçbirisi yok bu değerde. O değer yalnızca o araç ile o aracın kullanıcısı arasında. Öyle ki o aracın belki tek kullanıcısı da yok. Yani kullanıcıları için birer gizem aracın önceki hayatı ve sonraki hayatı. Düşünsenize sattığınız araç şimdi kimde, kaç el değiştirdi, kaç kaza yaptı, nerelere gitti, hiç merak ediyor musunuz? Hani birlikte sevgilinizle o araçla dolaşmıştınız, karınızı o araçla doğum evine götürmüştünüz, o araçla pikniğe gitmiştiniz, o araçla Artvin yaylalarına çıkmıştınız. Yalnızca o anılar var ama o araç ne oldu hiç düşünmüyorsunuz. Yalnızca yeni bir araçla kıyasladığınızda geliyor aklınıza.
Zaman böyle olmalı. Huzur bu.
Durmadan yeni kitap sayfaları, yeni görüntüler siyah beyaz, renkli, kolajlanmış.
Belleksizleşerek her şeye, eskiye yeniye, bilinene bilinmeyene çocuk şaşkınlığında bakabilmek, her seferinde yeni heyecanlarla, "bu ne" diyen çocuğun merakı içinde dünyayı yeni baştan kurmak isteyebilmek. Bu akşam korkak titrek ışığını yayıp yaymamak konusunda tereddüt içinde olan bir sokak lambası altında indirirken kepengimi, yarın ayağa kalktığım yer bir ağaç altı olmalı ve ben nasıl geldim buraya şaşkınlığı içinde gözlerimin çapaklarını temizleyebilmeliyim.
Gündüz olanla gece olanı karıştırmak. burada olanla ötede olanın sınırlarını eritmek, yok etmek, sınırları belirsizleştirmek, belirsiz sınırlar üzerinden yeni sırlar inşa etmek. Bana dair sırlar, hayatla benim aramda kurulmuş dengelerin oturduğu, dayandığı ve ama kimsenin bilgisine vakıf olmadığı, olamayacağı sırlar.
Nereden yollandığı, ne zaman yollandığı belli olmasın diye üzerine tarih yer zaman bilgisi atılmamış kartpostallar gibi şuraya buraya iliştirilmiş resimlerden damıtmak huzuru.
Hani eski bir berber dükkanının ya da bir tuhafiyecinin kasasının arkasındaki çerçevelere iliştirilmiş kartpostallar olur ya, onlar gibi. O berber dükkanının veya tuhafiyecinin duvarında asılı bir kafesteki kanarya şakımaları içinde o kartpostallara takılır ya bazen gözleriniz. Geçmişinde sararan ve ama hala onu göndereni unutmamak, onunla olan duygusal iletişimini kesmemek için o kartları saklayan yaşlı berber veya yaşlı tuhafiyeci gibi, kendi belleksiziliği içinde canlı tutmak istediğim anılarla kalmak yalnızca. Gerisi silinip gitsin. Yarılıp, kanayıp, acıyıp gitsin.
Belleksizleşmek istiyorum.
Ben Şimdi Ölmedim
- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...
-
Şahin Şahvelioğlu (1958 - 2017) ------------ 16 Mart 2017 Perşembe - Kırıntı Köyü halkımızdan Şahin Şahvelioğlu (59) İstanbul'da ya...
-
Hayim Bey (Hayim Moşe Vali) (1949 - 2014) ile 2010'da tanıştım. Birlikte ortak eğitimler verdik, danışmanlık hizmeti sattığı firmaların ...
-
Hack yalnızca bilişimle ilgili bir kavram değil. McKenzie Wark "Bir Hacker Manifestosu" kitabının Soyutlama bölümünde şöyle yazıy...