28 Temmuz 2024 Pazar

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e.

Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır.


Ben şimdi ölmedim. Her istediğim gün ölmek elimden gelirdi. Ölürdüm isteseydim uyandığım her sabah.
Güneş soğuk gelirdi. Işıklarını ben ısıtırdım. Buzu çözülen toprağın yapraklarını ben kuruturdum. Yorganın altında kardeşim ışık olmayana sığınırdı ben ise ışığa dayanırdım gözlerim sımsıkı kapalı. Kurumuş çam kozalağı düşer de toprağa, çarpışını duyardım, her yanım ağır. Annemin kalbine çarpan kurşun, her akşam yastığıma koyduğum başımdan, kulağımdan geçerdi. Kurşundan kurtulamazdım, çılgınca bir rüyaya koşardım, küçük bir avucun içine hapsederdim öfkeli sesleri ki yine de taşardı. Kardeşim uyanmasın, yorganı üşümesin, yastığı itmesin başını dışarıya.
Ben yeni girmedim mezara. Fark etsem de yaşamayı, ölümü hep bildim. Bir ses yitti, yankısı hala titreşirdi. Nereden gelir sesin titreşimi? Kulaklarını kapatırdım kardeşimin, titreşim ona musallat olmasın, esir almasın derken, beraber kelepçelenirdik sese. Odalardan sızan fısıltılar - gizli sesler diyesim gelir- bahçeyi, evi, şehri saran, nereden geldiği belli olmayan; titreşimlerdir.
Çayı severdim. Şeker atardım, bisküvi batırırdım, yumuşayınca yerdim, süte ekmek doğrardım. Gözlerimi diker ellerimin işleyişini hayretle izlerdim. Bir dal parçasını dikenlerinden, yapraklarından temizlerdim, kabuğunu soyardım pürüzü kalmayıncaya kadar.
Yürürken taşlara tekme atardım. Sopam ile vızıldayan sinekleri, arıları kovalardım. Sineğin, arının sesi kurşun sesi gibi gelirdi. Vızıltıları kurşun vızıltısıydı. Çok küçüktüm. Kapalı bir kapı ve kurşun vızıltısı ile ben. Görmedim kurşunu, ete girişi, kemiği kırışının çıtırtısı ve yavaşça sesin sönümlenmesi. Artık kafamın içinde, kurşunun çarptığı duvarlardaki yankısı. Sekişini dinlerim ve yavaşça uzaklaşmasını.
Benim hikayem ölümümle başladı. Bir kadının göğsünden yayılan kanın akışıydı, başkasının ölümündeydi kendi ölümüm.
Ayakkabılarımız vardı, yalnızca bayramlarda giydiğimiz. El öpmelerimiz eksik kalırdı, bayram harçlıklarımız fazla. Baklavalar tabaklardaydı, yiyen ninem değil, çayı getiren annem değil. Bayramlar bir ölü gömme merasimi. Ne bilirdim, ne görürdüm annemin mezar taşını, bazen rüyalarıma gelirdi baş ucundaki sürgünleri kurumuş zeytin ağacı. Zeytin ağacı ile konuşurdum. Bana ondan haber verirdi, köklerinden aldıkları. Bir duamı beklermiş, öyle derdi zeytin, uyanır ona dua yollardım, ellerimi açıp sonra yüzüme sürerdim bir çocuğun özlemiyle.
Ne zaman vardım kendimin farkına? Varabilmiş miydim? O da meçhul. Bir ölü çocuktum ve o kadardım, adımı unutmak isterdim.
Bir şeyler demesinler bana. Kurşun geçerken kalbinden; değil de çıkarken, onu terk ederken kurşun, o zaman öldü. Bir kez mezarının başında yüzünü hatırlamadan yürüdüm, el ele tutuşmuştuk kardeşimle, o "neresi burası" derken. Şaşkındım. Biri eksikti etrafımızda. Arayıp duruyordum ancak neyi aradığımı bilmeden, neyi göreceğimi düşünmeden uzaklarla yakınlarla bir saklambaç oyunun içindeydim; dedemin ıslak gözleri.
Bir büyük boşluk var o mezardan kendi mezarıma. Neler sığmış o aralığa sanki on beş yıl değil de bir çağ. Boyum uzamış, içim boşalmış, kanım çekilmiş ayaklarımı sürümüşüm de derin izler bırakmışım geçmediğim yollara.
Adımı unutmak istiyorum. O ad bana ait değil, birilerinin damgası, birilerinin hatırası. Onların geçmişlerinin izleri benim üzerimde sürdürüyor var oluşlarını. Ben kendim olmaktan çok adı bana verilenin geçmişine dönüşüyorum. Beni ona benzetiyorlar, benden onun gibi olmamı istiyorlar. Biraz saygım bile kalmadı kendime, başkasına olduğu kadar.
Adımı unutmak istiyorum. Adsız kendim olmak istiyorum. Mezar taşıma bir isim yazılmasın istiyorum, ne doğum ne ölüm tarihi ne ruhuma bir Fatiha. Yazarlarsa eğer tek dileğim kardan, rüzgardan, güneş ve yağmurdan; çabuk silsinler harflerimi, kimliğimden arınayım. Ölümüm babamın benden kurtuluşu olsun, anneme yürürken.
Bilerek öldüm, bilerek öldük ikimiz. Öleceğimi biliyordum. selam söyledim benden uzak olanlara, benden uzaklaşmış bütün yakınlarıma. Son kez hatırlattım kendimi onlara. "Ben vardım," dedim, "haberiniz olsun, biriniz bile sarmadınız beni, aramadınız ama olsun, ölümüm hem sizin için en iyisi, artık düşünmezsiniz gerisini."
Yatmak, ağır yorganı tamamen üzerine çekmektir. Yorgansız uyku olmaz, sesleri tutar, içeri almaz, olanı dışarı bırakmaz. Yorgan uyumak demektir.
Kim hatırlayacak beni bundan sonra? Beni gömdüler, yorganmışcasına toprak attılar üzerime. Annemi ben gömdüm, babamsa beni. Bir kaç akraba, bir kaç arkadaş. Onlar da hatırlarsa bir kaç gün, bir kaç hafta.
Son anım silindiğinde birilerinin anılarından; ben de silinmiş olacağım, unutulacağım. Kendim bile olmayacağım. Bir adın sahibi, onun anıları olmaktan çıkacağım.
İsimsiz biri olarak kendimin silinişi anılarımın unutuluşu ile bir.
27.07.2024

21 Ekim 2023 Cumartesi

Cumartesi

cumartesi

bir yere yetişme telaşım yok
kahve presliyorum iki bardaklık
birazı soğumalık birazı içilmemelik
                    - bekleyecek unutulacak

mavi kupa
kırmızısı yıkanacakların içinde
üç dakikanın dolmasını bekledim
sonra dökme gücünü
mavi kupayı doldurdum
içme isteğini bekliyorum
kulpunu sol elime çevirdim

sıcak ilk yudum
ikinci yudum
perdeleri açmalıyım
üçüncü yudum
balkon kapısını da
dördüncü yudum
martı sesleri girdi odaya  
pek tanımam kuş seslerini
beşinci yudum küçük
belki karga sesleridir

cumartesi

kamyonlar sarsıyor evleri
altıncı yudum
radyoyu açtım
masa ne kadar dağınık
çok eşya var
zihnimin fazlalıkları kadar
eşyaların yerini değiştirdim
poşeti dolaba kaldırdım
dolapta pirinç dolu kavanoz
alış veriş fişlerini çantaya koydum
kalemler kablolar
yalnızca gözümün gördüğü yerleri temizliyorum
eşyalar hala azalmıyor

yedinci yudum
kupa biraz boş
benim içim doluyor
çamaşır makinesi çalışıyor
çok fazla gürültü
odadan sokaktan içimden
sekizinci yudum 
aklımda Celal Babam
nasıl hatırıma geldi
bin dokuz yüz seksen beş yılı 
gidenlerdendi

dokuzuncu yudum
        - için uzanamadım kupaya
yeni bir satıra geçtim
yedi kırk dokuz
cumartesi

bir Çin ezgisi şarkının içinde
nihayet dokuzuncu yudum
ardından onuncusu
ılık bir mayi akıyor boğazımdan
hala o Çin ezgisi
birazdan yeni bir program
saksafon solosu 
kuş sesleri

on birinci yudum
yüzyıllar geçmiş üzerinden unutulmuş
yüz yıllar sanki unutmak demek
o Çin ezgisi
stardust into man
hemen şimdi
tazecik hatırlamak
yeni yepyeni
o Çin ezgisi Rhonda Bellamy
okyanus diplerinden 
şimdi demek

on ikinci yudum
o Çin ezgisi Shaolin tapınağının
on üçüncü yudum
soğumuş kahve
ki ben soğuk kahveyi de severim
son yudumuna kadar
o kahve benim kaderim

on dördüncü yudum
kahve bitti
mavi kupayı tekrar doldurdum
başka bir kader
her seçim
her tercih
her dolduruş
farklı bir macera
saymayacağım yudumları
sadece içeceğim
Rhonda Bellamy dinleyeceğim



14 Ekim 2023 Cumartesi

İzleyiciler

1.

Yeni bir defter. 

Baştaki karalanmış sayfaları yırttıktan sonra temiz bir defter kalır. Yırtılan her sayfa bir unutuş, ama sayfanın yırtılıp parçalanması sonra atılması gibi mutlak bir unutuş değil. Kalan artıkları, çağrışımları ile kısmen unutulanlar geri getirilebilir, gelebilir, tekrar bilincimize çıkabilir, hayal meyal, bölük pörçük hatırlanabilir. Yırtılan sayfalarından sonra saf, temiz bir defter gibi değil unuttuklarımız.

2.
John LeCarre'nin Saygıdeğer Bir Öğrenci" kitabından bir bölüm alıyorum buraya.
"Bir sürü insan kuşkuyu meşru felsefi tavır olarak görüyor. Kendilerini tam ortada görüyor, oysa aslına bakarsan hiçbir yerde değiller. İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok, öyle değil mi?"
Karla Üçlemesinin ikinci kitabı "Saygıdeğer Bir Öğrenci". Birinci kitap "Tenekeci, Terzi, Asker, Casus" (Tinker, Tailor, Soldier, Spy) Türkçe'de "Köstebek" adı ile yayınlanmış. İkinci kitap, "Saygıdeğer Bir Öğrenci", üçüncü kitap ise "Smiley'in İnsanları". "Saygıdeğer Bir Öğrenci" diğerlerine göre yeni çevrilmiş Türkçe'ye, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından. Diğerleri kadar popüler değil. Köstebek'in hem filmi (Gary Oldman) hem dizisi (Alec Guinness), Smiley'in İnsanlarının da dizisi (Alec Guinness) mevcut ama Saygıdeğer Bir Öğrenci'nin bilebildiğim kadarı ile veya Türkiye'de yayınlanmış bir filme veya dizisi yok.
Yukarıdaki alıntıyı Saygıdeğer Bir Öğrenci içinden aldım. Bugünkü medyayı, mecraları, 90'lı yılların MTV ve benzeri yayınlarının tarzını ortaya koyarken bir yandan da gizli bir eleştiri vücuda getiriyor. Vurucu cümle şu: "İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok."
Bu cümle üzerine örneklerle en az beş yüz kelimelik bir kompozisyon yazılabilir. O denli bugünü işaret ediyor, bugünün üstüne parmak basıyor. Sonra bakıyorum. Kitap ilk kez 1977 yılında yayınlanmış.

3.
Öncelikle kitaplardan cımbızlayıp çıkardığımız cümlelere, paragraflara yüklediğimiz anlamları yazarları düşünmüş olmayabilir. Sözün, konuşmanın, anlatının gelişine göre yazılmış olabilirler.
İki binli yılların başında MSN vardı. Anlık mesajlaşma uygulamalarının en popüler olanıydı. ICQ, Linux sistemler için aMSN de benzer özelliklere sahip uygulamalardı. MSN'nin özelliklerinden biri de eğer işaretlediyseniz yapılandırma bölümünde, tüm yazışmaları bir metin dosyasında saklardı. O saklanan metinlere gidip şiirler, düz yazı metinler çıkardığımı bilirim.
Bağlamlarından koparılan ifadelerin, kelimelerin, cümle veya paragrafların kendilerini yeni bir bağlam içinde yeniden üretebildiklerini söyleyebilirim.
O nedenle yazılı olana önem verme eğilimindeyim. Bağlamından koparıp başka bir bağlama ekleyebileceğim olanaklara odaklanırım. Zaten yazı dediğimiz şey de buradan başlamıyor mu?
Konuşma bunu size vermez. Uçar gider.
Yazarlar cümlelerini durumlar üzerinden olgunlaştırırlar, eğer altını çizmek zorunda oldukları didaktik kaygıları yoksa. Örneğin Proust'un herhangi bir kitabından duvara çerçeveletip asmayı düşünebileceğiniz bir cümle bulamayabilirsiniz.
Cümlelerin tasarlanmış hedefleri yoktur. Yol açarlar, yol alırlar, sizi bir yerlere götürürler, Proust'un gitmek istediği yere kadar size refakat ederler.
Okur ise kendisine bağlı olarak yazarı dışında farklı anlamlar yükleyebilir okuduklarına. Bu durum yazarın sorunu değildir. Artık o okurun sorumluluğundadır. Pablo Neruda şiirini bir kızı baştan çıkartmakta kullanan postacı ile konuşurken, "o şiir sizin şiiriniz değil, o şiir ona ihtiyacı olana aittir," der Postacı. Yazar / şair kendi dünyasında, okur kendi dünyasındadır. Yani okunulan cümlelere yüklenen anlamlar ön görülemezdir.
Yukarıdaki cümleye bakıp John LeCarre için "Ne kadar öngörülü bir yazarmış" diyemeyiz.
Öngörüsü olan yazar cümlelerinde, ifadelerinden, paragraflarından, anlattıklarından daha çok temada, anlatının tümünde ön görür, hisseder. Örneğin Robert Musil. Faşizmin gelişini "Öğrenci Genç Törless'in Bunalımları" romanı (1906) içinde daha yirmi altı yaşında iken görmüştür. Kitapta, çok az kişinin bildiği bir kapalı oda ve bu kapalı oda içinde yaşananlar anlatılır. Eğer herhangi bir okulun içinde kontrol edilemez bir kapalı oda varsa, faşizm eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Kapalı oda içimizdeki faşizmdir.
John LeCarre "izleyicilerin kazandığı hiçbir savaş" yok sözünü soğuk savaş sırasında sahada olmayan yöneticilerin, karar vericilerin uzaktan gazel okumalarına dikkat çekmek üzere Smiley'e söyletir.

4.

Gelelim bugüne. Deli bir savaş var. İsrail - Filistin - Hamas - Gazze. Hiçbir görüşüm yok, hiçbir fikrim yok. Herhangi bir fikir ileri sürmüyorum. Bir çok kişi, kanaat önderi, sosyal mecra fenomeni bana yakın, uzak görüşlerini açıklıyorlar. Malumat veriyorlar. Ülke liderlerinin demeçlerini tercüme edip yayınlıyorlar. Protestoların görüntülerini paylaşıyorlar. O kadar. Savaş orada devam ediyor. Tezlerimizde haklı olmak için kanıtlar arıyoruz, buluyoruz ve paylaşıyoruz. O kadar. Savaş hala orada ve devam ediyor. Nerede yaşıyorsak sabah uyanıyor, internete bakıyor, okuyor, kendimize ait bir süzgeçten geçiriyoruz. Sonra tekrar yazmaya, paylaşmaya başlıyoruz. Ama savaş hala orada ve devam ediyor.
Kimsenin "Haydi Gazze'ye gidelim, yürüyelim" dediğini duymadım. Yalnızca durdukları yerde varlar. Uçaklarla gitmek için ne paramız, ne uçağımız ne kalkacak ve inecek hava alanımız var. Ne otobüslerimiz ne de bizi sınırlarda durdurmadan geçişimize izin verecek devletlerimiz var.
Orada değiliz, orada olamıyoruz, gerçek olan bu. Seçtiklerimizin veya bizi yönetmeye talip olanların üzerinde etkimiz yok. Onların kararlarına yön vercek ne gücümüz, ne de onlara güçlük çıkartacak irademiz var.
Aramızda konuşuyoruz. Postlar yayınlıyoruz, çeviriler yapıyoruz, fotoğraflar paylaşıyoruz. Bol bol yazıyoruz. O kadar.
Tekrar yazmak durumundayım:
"İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok."

9 Eylül 2023 Cumartesi

O Yaz

dört duvar
tavan
yer
perdesiz pencereler

O terkedilip kaldığım günlerden beri, çiçekleri sulamayı bıraktığım, kedinin yemeğini unuttuğum ve kendisini beşinci kattan aşağı attığı günlerden beri, ayaklarının kırığını, o yeni taze üniversiteli kızın tedavi ettirdiği, sonra gebe kalıp dört tane yavru doğurduğu günlerden beri, yani terkedilip geride kalan olduktan sonra;

-Sen kimdin beni bırakıp giden, biri miydin, bir düş müydün, bir masal mıydın, bir anı mıydın, kimdin sen, bilmeden kim olduğunu terkedip gidenin-

Ama gerçekten bir odanın çıplak ampulün aydınlığında tek başıma kaldığım geceler doğru, çayı alt kattaki üniversiteli çocuklardan ödünç alıp demlediğim doğru, yalnızca ekmek, süt ve su ile uyanılan sabahlar doğru, ütüsüz gömlekler, paçaları sökülmüş, iplikleri çamurlu pantolonlar doğru, saçlarım kirden yapışmış, sakallarım uzamış kanlı gözlerim doğru, yokuşlardan otobüslere koştururken ayaklarımdan fırlayan benim olmayan ayakkabıların iğretiliği doğru; güneşin ateşi, ışıksızdı, vardı, bir de vızıldayan sinekler lambanın etrafında. Sandığıma sırtımı verdiğim,

–Başka taşıyacak bir şeyim yoktu eşyalarımı, yani birkaç gömlek, pantolon, çamaşır, bir iki çarşaf, iki battaniye, bir yastık, kitaplarım ve defterlerimi içine koyup dolaştığım-

Bacaklarımın arasına aldığım kitap, dizimin dibinde açık bir defter, yanında kalem, diğer yanımda şantiyeden kalma ağaç kül tablam, içinde izmaritler, küçük tüp ayağımın ucunda üstünde demlenmiş çay, altı kısık; nöbetindeydik sensizliğin gecelerinde. duvar dibinde bir somya bir yatak, koli ters çevrilmiş üstüne konulmuş bir su bardağı, uzak gözlüğüm, yastığımın bir karış yukarısında vincent’in resmi, yanında bir ağlayan çocuk karpostalı, UNESCO kabarmalı, bir gazete kupürü, sırtını dönmüş boydan boya uzanmış çıplak bir kadının goya pozu. Yıldızları görünür etsin diye üfledim rüzgârlarla, bulutlara. Çay bayat, şeker yok, sigara bitmek üzere, ince halının üzerinden tozlar havalanıyor.


oturdum
yaslandım
duvara
bir bardak su içimi
soluklandım

Terketmek miydi, terk edilmek miydi zor olan. Kalan mı giden mi? ilk kez kalandım. Gitmek daha kolaydı. Kalmayacaktım. Biliyordum sonra, öğrenmiştim uzun yolları yürürken, gitmek de zordu, ama yolların bir adım sonrası vardı, bir sonraki kasaba vardı, bir sonraki çeşme vardı, bir sonraki mola vardı, ama kalanın hiçbir şeyi yoktu. ne bir sonraki arkadaşı vardı ne bir sonraki virajı ne bir sonraki rampası. İki adımda gideceği bir yatağı, kalkıp iki adımda döneceği bir minderi iki adımda bitireceği sigarası iki adımda sarhoş olacağı şarabı vardı. Ama sonrası yoktu, iki adım sonra uyku fikri, ölümdü, sonra sabah. iki adımda kapıya gitmek fikri, ölümdü. Ne kadar dışarıda olsa hep içinde kalan olacaktı ve hep içine dönen olacaktı.

Mahkeme kâğıtları diyordu telefonda bir kadın ağlamaklı, seni arıyorlar. Evet, beni arıyorlar. Çünkü ben kalandım. Firar eden etmişti, teslim olan teslim olmuştu, geri çekilen geri çekilmişti. Bir başına kalmıştım. Bir kadın sesi ağlamaklı seni arıyorlar, teslim ol, git konuş diyen. Zaten kalarak teslim olmamış mıydım, zaten o dört duvar yer perdesiz pencereler içinde teslim olmamış mıydım?

boşandım
nefesimden
damlalar
yaşadı
son talanımı

Ayaklarımı uzatmışım yere. Bir eski teypten çalan şarkılar. Sırtımda güneşin ve gündüzün ağırlığı, toz kokan odada, dün geceden kalan hiçbir şey kalmamış. Kim geldi kim kaldırdı. Belki ben sabahın sersemliğinde belki alt kattaki çocuklardan biri. Anahtar. Nedir ki neyi kapatıyorum neyin üstüne neyi kilitliyorum. Kırmızı balıkçı kazağım bu sıcakta kimin hazinesi olur ki, versem de açık bıraksam da üstünde unutsam da anahtarı ne değişir? Rüyalarıma giriyor kaçtığım yerler, tekrar dönmek için yolları arıyorum. bulamıyorum. Tek çarem kalıyor. Uçmalıyım. Rüyalarımda uçuyorum. Artık uyanasım gelmiyor, kalkasım gelmiyor yataktan. Rüya istiyorum. Rüya sarhoşuyum. Her tarafım tutulmuş yatmaktan ama rüya istiyorum. Bir kadın başımda rüya mı gerçek mi bir gözlüklü çocuk bakıyor bana gerçek mi rüya mı. Uçuyorum Elektrik tellerine konuyorum. bir kargayım gerçek mi rüya mı. Susadım. İçtiğim ne? su mu? Gerçek mi, rüya mı, gerçek mi, rüya mı?

bir masal okudum
satırlara
kendimden
muammalar
gizledim.

Rüyalardan çıktım. Hala terkedilenin kalanıyım. Gittiler. O soğuk gün, o yılın ilk günü bırakıp gittiler. Yalnızdım. Gidecek bir yerim yoktu. Gece olunca o soğuk eve çıktım. Terk edilmek tazeydi, kalan olmak nedir bilinmiyordu henüz. Soğuğa sarınıp uyudum. Kaç geceler yalnızlığı sarındım. Kaç geceler yalnızlığa uyandım. Kaç geceler yalnızlığa haykırdım. Kaç geceler korkuların ağlarına yakalandım. Yağmurlar yağdı, pencereler titredi rüzgârlarla. Bir kartal yuvasıydı en üst kat ve en son balkon. Çıktım kimi zaman balkona ve aşağıya baktım. Nasıl çarpacağımı düşündüm yere. Sonra içeri girip oturdum penceresiz odada. Işık batıyordu. Sesler batıyordu. Tek dinlediğim rüzgârdı, yağmur damlalarının vuruşu kirli camlara. Büyük boş salona geçerdim bazen. Yağmur yağarken. Damlalar iz olur da kayardı. Yollar çizerlerdi kendilerine dair. Hiç kimsenin görmesi önemli değildi. Damlanın kendi yoluydu işte. Kayar ve karanlığa karışırdı. Yere düşerdi belki ama yaşardı.

Yere çarptığımı düşünürdüm, tekrar penceresiz odaya dönerdim.

Yaz. terk edilmenin ne olduğunu öğrendim, kalanın ne olduğunu öğrendim. Sonra işte onu, kedimi buldum bir sokak kedisi. Avukatım vermişti. Beni bekliyordu. Benimle oynuyordu. Sarıldığım tek varlıktı. Ayaklarımdaydı, başucumda uyuyordu. Küçüktü sonra büyüdü biraz ama hep küçük kaldı gözlerimde. O yanımdaydı. O yanımdayken beni fikirlerim terk etti önce. Sonra direncim. Kapandım kapılara dışarılardan üstüme. Geceleri sabahlara dek başka göçebe odalarında kanatmaya devam ettim. Unuttum kapandığım kapıları. Uğramaz olmuştum. Kedim benim. Atmıştı kendisini, benim intihar atlayışımı düşündüğüm gibi. Kırılmıştı ayakları.

kedim
koparılmaz
yeşil daldan
silinmez maviden
haberliydi

Bir gece döndüm odama. O taze üniversiteli kız kucağında geldi yanıma. “Zeliş” dedi, iyi artık, “Zeliş” benim olsun mu? “Zeliş” senin olsun, “Zillim” senin olsun, “Zoyam” senin olsun. Ara sıra izin ver gelsin yanıma bazen bir gece yine sarılıp yatalım onunla, sonra ben sana usulca bırakırım zilli zeliş zoyamı. Senin uykularına senin rüyalarına emanet ederim onu.

Odamda oturuyordum. Sesler uzaklardan geliyordu. Asansörler çalışıyordu. Ben kalandım hem kedimin arkasından hem göze aldıklarımın arkasından kalandım. Beni terkediyordu, içimden bir şeyler sıyrılıp çıkıyordu. Bir enkaz kalıyordu geride, yığılmış bir kum tepesi.

sorularımı
savurdum
ummanları
dağıtan yele

Sorusuz kaldım. Sormak istemiyordum çünkü. Cevap aramıyordum. Cevap yoktu çünkü. Bir oluşun kesintisiz akışında eşyalar nesneler özneler nasıl yerleşirse yerleşsinler bağların gücünde kâğıttan kalelerdi. Gördüm zayıflıklarını. Tattım zayıflığın ölümcül tadını. Güç yoktu, bağlanmış bir ağ vardı, kimi gözenekleri geniş, kimi gözenekleri dar. Bir elekten geçen ve iri taneleri yukarıda kalan topraktık işte. Bazen alta geçiyorduk bazen üstte kalıyorduk. Bazen karılıyorduk bazen destek yapılıyorduk, bazen değerliydik bazen atılıyorduk, her an ve her an değişerek tane büyüklüklerimiz, her an ve her an ihtiyaç duyulduğumuz yerler değişerek kullanılıyorduk. Bir işte adam yerine koyuluyorduk, sokakta bir yerde itilip kakılıyorduk, bir meydanda yollarımız kesiliyordu, bir bilgisayarda problemler çözüyorduk, para deniyordu gündüzleri, akşam aşklar yasaklanıyordu. sorulara yer yoktu. Cevap yoktu çünkü. Soru soruyorlardı. Aldıkları cevaplar yanlıştı. Tek doğrusu vardı cevabın, bilmiyorlardı. Yaşamdı bu cevap, gerisi yanlıştı, ötesi yalandı ve sonu yoktu.

davul
gümbürtüsünde
üfledim
rüzgarı
deli deli

Sözün bittiği yer


hrant dink: sözün bittiği yer.

o zaman başka birisi konuşsun benim için.

scott fitzgerald'in "muhteşem gatsby"si can yücel çevirisi ile şöyle başlar:

"babamın toy çağımda bana söylediği bir cümle kulağıma küpe olmuştur. 'birini tenkide kalkacak olursan, ilkin onun seninle aynı şartlarda dünyaya gelmediğini düşün.'"

bu kadar basit aslında, bu kadar basit. kim olursa olsun veya ne olursa olsun, o senin şartlarının adamı değil. silahı doğrulttuğun adam senin şartlarında doğmadı, ipe çektiğin adam, zindana kapattığın adam senin şartlarında doğmadı ve sen de onun şartlarında doğmadın. senin hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya yoksulluğunun şartları ile hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya fakirliğinin şartları aynı değil. aynı kopya değilsiniz. aynı kopya değilseniz o sana nasıl tahammül gücüne, seni anlama dürtüsüne, seni görme ve dinleme hassasiyetlerine sahipse senin de bu hassasiyetlere sahip olman, en basiti insan olarak, idrak, izan sahibi bir insan, bir kendinin farkında varlık olarak sahip olman gerekir.

ey tetiğin gerisindeki parmak,

ey arpacığın ardından kırpılmış göz,

ey silahı doğrultmuş el,

ey geri tepmeye hazırlıklı omuz,

ensesinden vurduğun, belki yüzünü göremediğin sendin, ama o ensesinden vurduğun, mutlaka bendim ve bizdik.

ey silahın ardındaki fikir,

biz bekleyenlerdik, susayanlar ve kıvrananlardık. dudağımız bilginin susuzluğundan kurumuştu. gizleri aralamaya ve bugüne çıkartmaya çalışıyorduk. iğne ile kuyu kazıyorduk, ama sonra birileri bizleri o kuyuların içine yuvarlıyorlardı. sesimizi kesiyorlardı.

ama görmüyordun ve hala göremiyorsun. ne acı.

son halka mıydı turan dursun, son halka mıydı uğur mumcu, son halka mıydı zeki erginbay, son halka mıydı mustafa hayrullahoğlu, son halka mıydı turan emeksiz, son halka mıydı sabahattin ali, son halka mıydı mustafa suphi, son halka mıydı hrant dink. ..

son yoktur ki, fikir her yerde yeşerir, silahların gölgesinde, kelepçenin kilidinde, yanan sıgaranın ateşinde. eksilttiğini sandığın her an çoğaldığımızı göremiyorsun.

ey silahın ardındaki fikir,

sen fikir misin, fikir olabilir misin?

en fazla korkak bir hiçsin.

Hayatım: Bölünmüş Kareler

Sanki bir senaryonun içindeyim. Hayatım filmlere bölünmüş. Bir şizofren yarılma, parçalanma hali. Romanlara dalmışken, akşam bir televizyon kanalında bir filme veya o an rastgeliveren, beni içine çekiveren herhangi bir diziye takılıp kalıvermişken, gazetelerde bir yaşam öyküsünde sanki kendimi okuyormuş hissiyle yüzleşiverirken.

Artık ne yapıyorsam belli belirsiz, farkında veya değil, zihnimde kendimi bir filmi, romanı, kişiyi yaşıyor buluyorum. Bir şekilde artık bütünleşmiş, kendi mecrasında akan bir yaşamdan, kesikli, sıçramalı, tetikte, gözetlendiğini düşünen, iki saat sonra o imgelerin bitimi ile yaşamı silinecek olan bir benle yaşamaya çalışıyorum.

Kimi zaman bir uzak doğulu keşiş, kimi zaman içine kapanık bir adam, bazen bir matematik problemine dalmış, kendinden geçmiş bir araştırmacı, bazen karşısındakine söz hakkı tanımayan bir hatip, bazen kendisi ile saklambaç oynamaya çıkmış bir çocuk.

Yıllar geçtikçe gündelik hayatın sınırları ile kurgulanmış dünyanın sınırları birbirine karışmaya başlamış. Dışarıdan bakınca olağan, sıradan, sakin ve telaşsız, ama kendi içinde her an patlayan, arayan, aranan, tereddütleri ile kıvranan bir benlik.

Bir Haydn konçertosunu televizyonda seyrediyor ve dinliyorken, o konçertonun viyolenselini çalan saçları uzun ve beyaz, olan adamım. Diğer orkestra elemanları frakları, beyaz papyonları ve siyah ceketleri ile çalarken, o yani ben, üstünde bir ekose gömlek, yakası açık, altında ince fitilli kadife pantolonu ile konçertonun solisti, yani şimdi o benim. Biraz önce başka bir kanaldaki dedektiftim, akşam üstü Durell'in bir romanındaki karakterdim, örneğin Balthazar'dım ve Balthazar olarak, romanı kapattıktan sonra bulduğum bir Kabala kitabının sayfalarını karıştırıyordum. Dün, Marks'ın Kapital'in 1. cildine tekrar başlayan bir araştırmacıydım. Sabahleyin kalktığımda mutlaka akşam bir matematik teoremini ispatlamak üzere kendisine söz vermiş biriydim.

Uyandıktan sonra ne karar vermiş olursam olayım, yine oturup yazmam gereken yazıları, analiz etmem gereken belgeleri okumaya başlıyorum. Her kendime verdiğim sözden sonra onları erteleyerek, onlar için güç toplamaya söz verirken buluyorum kendimi.

Bir zamanlar Mersinaki Kuşçusu'nu okurken bir karakter, yazın çatlak bir şişeden konyak içiyordu, evet yazın o sıcağında konyak içiyordu. Özdeşleşivermiş ve ben de içmiştim bir yazın sıcağında konyağı. Sonra Teo'ya Mektupları'nı okurken Van Gogh'un, o madenci kasabasında buluyordum kendimi. Sardalye Sokağı'nı, Fareler ve İnsanları, İhtiyar Adam ve Balıkçı'yı, Raskolnikov'u aynı şekilde yaşadığımı hatırlıyorum.

Bir insan hayatının yaşandığı süreleri bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya, bir kaç satır dizeye sıkıştıran anlatılar, görüntüler, cümleler bölmeye başlamış beni de. Artık içten içe beni de yaşayacak birilerinin varolduğunu düşünmeye başlıyordum. Sanki hayat dışarıda bir şey olmaya başlıyordu. İçimden geçmeyen, içinde olmadığım, içine girmediğim. Haberler anlamlarını yitiriyordu, ve belki çok uzun bir süre önce yitirmişti. Ne radyo ne televizyon ne gazeteler, haberleriyle beni uyarmıyordu. Gündelik gerçekliğin dışında müzikler, romanlar, şiirler, öyküler, filmler, belgeseller, ölüm ilanları ilgi alanım olmuş çıkmıştı. Bir gazeteye önce arkasından başlıyordum ve ölüm ilanlarının sayfalarını bulup o ilanları okuyordum. Kim hangi ruh haliyle kaleme almışlar, ben olsam nasıl kaleme alırdım diye düşünürken buluyordum kendimi.
 
Uykuya yalnızca o parçalanmışlık duygusunun devamını sağlayan rüyaları görebilmek ümidi ile gidiyordum. Rüya görmek, rüya görmek. Tek arzum buydu. O rüyanın içinden çıkmak istemiyordum, uyanmak istemiyordum. O rüyada kalmak ve o rüyayı yaşamak istiyordum. İnsan hayatlarını bir kaç saate, bir kaç yüz sayfaya indirgeyen anlatılar, görüntüler, uykumda, rüya olarak belki bir kaç saniyeyi geçmiyordu ama bana mutluluk veriyordu. Beni kendinde tutuyor ve bazen gün boyunca o bir kaç saniyenin etkisi ile sarhoşmuşçasına dolaşıyordum.

Şimdiden sabah kalkışının yorgunluğunu duyuyorum.
 
Isıtıcıya su koymalıyım. Suyu ısıtmalıyım. Kahve hazırlamalıyım. Sigara yakmalıyım. Yeni bir film, yeni bir öykü, yeni bir ses bulmalıyım. Yeni yoksa, beni alıp götürüveren önceden okuduğum bir kitaba dönmeliyim, bir VCD'den sakladığım eski bir filmin benim o anıma denk düşen bir sahnesine gitmeliyim; örneğin, Philedelphia'da, Tom Hanks'in elinde serum askısı ile dolaşırken eşlik ettiği, Maria Callas'ın o aryasına, Umberto Giordano'nun "La Mama Morta"sına. Ölen çocuğuna sarılmış bir annenin ağıdına. Sonra masaya oturmalı ve yazmalıyım.

Edebiyat, sinema, müzik, resim, heykel veya fotoğraf, hangi sanat dalı olursa olsun, aslında hepsi, bence böylesi bir şizoid parçalanmışlığın sonuçları. Yazımı, çekimi, çizimi, oyulması yıllar süren her bir ürün, yapıtı ortaya koyanların o kendilerinden vazgeçişin, derinlere dalışın ve oralarda kaybolmayı göze alışların izleriyle nasıl sarıp sarmalıyorsa bizi, işte o gerçek dünya ile kurgulanan dünyanın paradoksunda, çatışmasında, çelişkisinde "güzel"i inşa ediyor. Ne denli belirsizleşiyorsa kurgu ile gerçekliğin arasındaki sınır, o kadar yokedici oluyor tüketici beğeniye karşı. Bu belirsizlik, geçiş hali, yarılma, kırılma, kopuş yoksa hangi teknik beceri, kurgu olanı nasıl gerçekmiş gibi yapar?

Kafka'nın kendisi için geceleri vardı, o dehlizlerini gecelerin içine inşa etmişti. Kendi tereddütü içinde kıvrananın kendisine ait biricik odasıydı, kendisini yaktığı, yıktığı karabasanları beslediği odasıydı, o zifiri karanlık ve ışıksız. Fuzuli'nin Leyla'sı, ışığın olmadığı gecenin en karanlık anındaydı. Sığınaktı.
Solaris'in insan zihninin yansılarından yarattığı bedenlerle kimi için kabusa dönüştüren kimi için de geçmişine demirleyip bırakmak istemediklerine bağlayan bağ, gecelerin imbiğinden geçmeden hayal edilebilmiş midir?

Auster'in New York Üçlemesindeki yazar gibi sabah çıkıp yürüyorum, uzun uzun. Hep kafamda düşünceler, cümleler, kelimeler. Sanki harflerle, kelimelerle, cümlelerle düşünüyorum. Sanki düşünmek yalnızca yazarmış gibi kelimeleri, yan yana getirmek ve cümlelere dönüştürmek, sonra bunları kağıda dökmek. Kant'ın hayat öyküsünü okuduğumda beni çarpan şey de bu herhalde. Her sabah aynı saatte evden tek başına çıkarak ders verdiği yere yürümek tek başına. O yürüyüşlerde ne problemler, ne teoremler, ne kurgular geçmiştir aklından ve belki niceleri kağıda dökülmeden uçup gitmiştir.

Hayatım bir parçalanmışlık duygusu ile kaplı. Filmlerin içindeyim, öykülerin, romanların içinde, dizelerin arasında. Bir film bitiyor ve başka bir filmin içinden çıkıyorum. Kahire'nin Mor Gülü gerçek. Gizli Yüz gerçek, Geceyarısı kovboyundaki hastalıklı adam gerçek, Keurac'ın orman bekçisi gerçek, hem Keurac için hem benim için. Raskolnikov gerçek, Oza gerçek, Forrest Gump gerçek, Kurtlarla Dans gerçek, Livia, Monteville, Dülger Balığı, Balbo gerçek, Calvino'nun Kubilay Han'ı gerçek, onun soruları ve imkansız kentler gerçek. çünkü hepsinde ben varım, hepsinden bende var. O kentlerden ben geçtim, o kemerlerin kavislerindeki tuğlaradan biri benim. Pheadrus benim, Bozkırkurdu, Magister Lugi Knecht, Sidartha. Hiç uzak değiller bana, sanki yanıbaşımdalar veya onlar benim düşlerimi dile getiriyorlar ben de onları her okuyuşumda veya seyredişimde onları, yazanları, çekenleri, söyleyenleri adına tekrar tekrar yaşıyorum, çoğaltıyor ve farklılaştırıyorum.

Filmlerin, romanların, öykülerin sahnelerini, fotoğraflarını çekiyor ve hafızama tembihliyorum. Bazen bir eğlencede dans ederken "Ucuz Roman"daki twisti ben yapıyorum parmak uçlarımda, "Güney"deki gece yarıları Astor Piazzola'nın bandoneonu ve Roberto Goyeneche'nin tangoları ile dans eden o uçuk kızların karşısındaki adam bendim. O gece yarıları sokakları yalayıp geçen dumanlar, inen sisler beni taşıyorlar. Hücrelerde, parmaklıkların ardında başını duvarlara vuran, iki büklüm betona kıvrılmış mahkum benim.
 
Her kare işliyordu içime, her paragraf çelik uçlu taş kalemleri ile yüreğime yazılıyordu, kakma gibi silinmemecesine işleniyordu.
 
Kareler, paragraflar, uçan notalar. Damda keman çalan adamdım, kendi tükenişini icra eden. Her canlı gibi, yok oluşuna yürüyen. Öyle bir ses bulmalıydım ki ebedi asılı kalsındı havada, hiç silinmesindi, titreşimi sönümlenmesindi.

Birazdan uykuya gideceğim. Belki sabah kalkamayacağım belki kalkacağım. Rüyalar göreceğim, uyanacağım. Ama bu yarılmışlık duygusu hep benimle birlikte olacak. Yarın başka bir filmin içinden geçeceğim, başka bir romanda yazar beni yazacak, bir Rize belgeselinde yaylalarda benim yürüyüşümü çekecekler, bir Çerkez düğünündeki akordeonu ben çalacağım, bir cinayeti ben çözeceğim, birisi bana aşık olacak ama ben farkına bile varmayacağım, otobüsten bir çocuğa el sallayacağım, o beni görmeyecek. Akşam seyrettiğim filmdeki bir sahneyi onun da, onların da seyrettiğini varsayacağım ve oradaki o sözün bana dair olduğunu farkedeceğini, farkedeceklerini düşüneceğim. Bu sahneyi unutmamalıyım, bu paragrafı hiç hatırımdan çıkarmamalıyım deyip mimlediklerimin bir kaç saat, bir kaç gün sonra kaybolup gittiğini farkına vardığımda yaşadığım hayal kırıklıkları yerini, birden yıllar sonra hiç olmadık bir çağrışımla çıkıp gelivemesinin şaşkınlığa bırakması. Yaşadıklarım bunlar ve beni avucuna alıp okşuyor bu anlar usulcacık.
 
Bir telefonun geleceğini bileceğim ve sonra susacağım, defteri kapatacağım, kalemi bırakacağım.
Hayatım kurgulara bölünmüş şizofren bir çoğalma. 

Kanserimi yaşıyorum.

Belleksizleşmek istiyorum

Belleksizleşmek İstiyorum. Bu bir beklenti değil, bu bir niyet değil, bu bir geri çekilme veya kaçış değil. Tükenmiş olmanın doğal bir sonucu, eldeki ihtiyatların bitmesinin bir sonucu, yeniden başlamanın, arınmanın ve yıkanmanın başlangıcı, doğuşun, dirilmenin ve irkilmenin yeni biçimi, yüzleşmenin yeni yönü.

Arka arkaya, üst üste, durmadan okumak, seyretmek, o daldan bu dala atlamak o notalardan bu notalara sıçramak. Kaçmak, kovalamak, durmak, beklemek, yaklaşmak, dokunmak, sonra kayboluvermek. İşte çözümsüz bir döngünün sonucu ortaya çıkan tereddütler böyle başlıyor. Sığınmakla yolunu buluyor, sığınakta soluklanıyor. Artık o kitaplar, o karanlık odalar, o diskler, kimler, neler demişler, neleri nasıl görmüşler, nasıl dile getirmişler. Kendim için duymadığım heyecanları o başkalarının algı kapıları için duymaya başlayan bir göçmüş ruhlar sığınağı oluyorum. İnzivalarının iplerini bağladıkları direkler ben oluyorum. Sağlam, sarsılmaz ve imanlı.

Yeni nesi var, yeni ne söylemiş, yeni ne çekmiş, yeni ne yazmış. Benim gündemim, heyecanım, oynaklığım onların heyecanı, gündemi, oynaklığı olmuş. Kopuşum için, asıl bu "onlar" olmaktan kopuşum için istiyorum belleksizleşmeyi.

Yıllarca onlardan gelenlerle doldurduğum, biriktirdiğim herşeyi bir çırpıda silip atıvermek, kesip koparıvermek için istiyorum belleksizleşmeyi.

Yoksa biliyorum: Bir tiryaki iseniz ne zordur bırakmak. Bir müptela iseniz ne zordur koparmak. Yalnızca avutursunuz kendinizi. Bahanelerin, masumane savunuların, ucun ucun için için gönlünüzün kayması ile hırsızlama bakışlarla yaklaşmanın, dokunmanın ve sanki her zaman sizinmiş, sizinleymiş gibi bir parçanız haline getirdiğiniz o membadan yudumladığınız her zerrenin size nasıl bir ilmek geçirdiğinin bilgisine sahip olarak, kandırılmak istersiniz ve göz yumarsınız.

Onları, anıları, kalıntılarını, kırıntılarını süre sıralarından çıkarmak istiyorum. Birbiri üstüne bindirerek karmaşık bir kaleydeskopa çevirmek istiyorum belleğimi. Her çalkalanışta, her yeni paragrafta, her yeni görüntüde kaleydeskop kendisini rasgele yeniden sıralamalı ve yeni öyküler kurmalı. Belleğim bu öykülerin zincirlerini, zapt-ı rapt hallerini elinde tutmamalı.

O zaman artık peşinde gideceğim tarihsel izleklere sahip yol haritalarım olmayacak. Kendimi eksik göreceğim hissedeceğim kapanlarım olmayacak. Herşey yeniden ve her seferinde bir öncekinin en küçük bir yerleşimine, ilişkisel bağlarına sahip olmayan yeni bir biçimde, yeni bir desende yeni ve başka bir benle buluşacağım. Bir göçmenin korkuları, sığlığı ve bir yere ait olmamanın ürkekliği içinde ama yeni bir heyecanla, yeni bir hevesle gözlerimi açtığımda, yeniden kurulmuş başka bir dünya ile karşılaşacağım.

Artık zaman denilen izlek, sürelerin sıralanışında cisimlerin konumlanışıyla, mekansal koordinatlarla tarihsel anların fonksiyonu olmayacak. Zaman yalnızca kolumda taşıdığım beş dakika önce, bir gün sonra, yarın onun yaş günü demek için bana bir şeyleri başka şeylerle karşılaştırma fırsatı veren bir gösterge olacak. Araçların kilometre sayaçları gibi. Yüzbin kilometre yola yapmış. O kadar. Nereye gitmiş kaç kişi gitmiş, kışın mı yazın mı gitmiş, kaza geçirmiş mi, kimler kullanmış, nerede bozulmuş, nerede durmuş. Hangi yol lokantasında mola vermiş, hangi motelin önünde sabahlamış, hiçbirisi yok bu değerde. O değer yalnızca o araç ile o aracın kullanıcısı arasında. Öyle ki o aracın belki tek kullanıcısı da yok. Yani kullanıcıları için birer gizem aracın önceki hayatı ve sonraki hayatı. Düşünsenize sattığınız araç şimdi kimde, kaç el değiştirdi, kaç kaza yaptı, nerelere gitti, hiç merak ediyor musunuz? Hani birlikte sevgilinizle o araçla dolaşmıştınız, karınızı o araçla doğum evine götürmüştünüz, o araçla pikniğe gitmiştiniz, o araçla Artvin yaylalarına çıkmıştınız. Yalnızca o anılar var ama o araç ne oldu hiç düşünmüyorsunuz. Yalnızca yeni bir araçla kıyasladığınızda geliyor aklınıza.

Zaman böyle olmalı. Huzur bu.

Durmadan yeni kitap sayfaları, yeni görüntüler siyah beyaz, renkli, kolajlanmış.

Belleksizleşerek her şeye, eskiye yeniye, bilinene bilinmeyene çocuk şaşkınlığında bakabilmek, her seferinde yeni heyecanlarla, "bu ne" diyen çocuğun merakı içinde dünyayı yeni baştan kurmak isteyebilmek. Bu akşam korkak titrek ışığını yayıp yaymamak konusunda tereddüt içinde olan bir sokak lambası altında indirirken kepengimi, yarın ayağa kalktığım yer bir ağaç altı olmalı ve ben nasıl geldim buraya şaşkınlığı içinde gözlerimin çapaklarını temizleyebilmeliyim.

Gündüz olanla gece olanı karıştırmak. burada olanla ötede olanın sınırlarını eritmek, yok etmek, sınırları belirsizleştirmek, belirsiz sınırlar üzerinden yeni sırlar inşa etmek. Bana dair sırlar, hayatla benim aramda kurulmuş dengelerin oturduğu, dayandığı ve ama kimsenin bilgisine vakıf olmadığı, olamayacağı sırlar.

Nereden yollandığı, ne zaman yollandığı belli olmasın diye üzerine tarih yer zaman bilgisi atılmamış kartpostallar gibi şuraya buraya iliştirilmiş resimlerden damıtmak huzuru.

Hani eski bir berber dükkanının ya da bir tuhafiyecinin kasasının arkasındaki çerçevelere iliştirilmiş kartpostallar olur ya, onlar gibi. O berber dükkanının veya tuhafiyecinin duvarında asılı bir kafesteki kanarya şakımaları içinde o kartpostallara takılır ya bazen gözleriniz. Geçmişinde sararan ve ama hala onu göndereni unutmamak, onunla olan duygusal iletişimini kesmemek için o kartları saklayan yaşlı berber veya yaşlı tuhafiyeci gibi, kendi belleksiziliği içinde canlı tutmak istediğim anılarla kalmak yalnızca. Gerisi silinip gitsin. Yarılıp, kanayıp, acıyıp gitsin.

Belleksizleşmek istiyorum.

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...