28 Temmuz 2024 Pazar

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e.

Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır.


Ben şimdi ölmedim. Her istediğim gün ölmek elimden gelirdi. Ölürdüm isteseydim uyandığım her sabah.
Güneş soğuk gelirdi. Işıklarını ben ısıtırdım. Buzu çözülen toprağın yapraklarını ben kuruturdum. Yorganın altında kardeşim ışık olmayana sığınırdı ben ise ışığa dayanırdım gözlerim sımsıkı kapalı. Kurumuş çam kozalağı düşer de toprağa, çarpışını duyardım, her yanım ağır. Annemin kalbine çarpan kurşun, her akşam yastığıma koyduğum başımdan, kulağımdan geçerdi. Kurşundan kurtulamazdım, çılgınca bir rüyaya koşardım, küçük bir avucun içine hapsederdim öfkeli sesleri ki yine de taşardı. Kardeşim uyanmasın, yorganı üşümesin, yastığı itmesin başını dışarıya.
Ben yeni girmedim mezara. Fark etsem de yaşamayı, ölümü hep bildim. Bir ses yitti, yankısı hala titreşirdi. Nereden gelir sesin titreşimi? Kulaklarını kapatırdım kardeşimin, titreşim ona musallat olmasın, esir almasın derken, beraber kelepçelenirdik sese. Odalardan sızan fısıltılar - gizli sesler diyesim gelir- bahçeyi, evi, şehri saran, nereden geldiği belli olmayan; titreşimlerdir.
Çayı severdim. Şeker atardım, bisküvi batırırdım, yumuşayınca yerdim, süte ekmek doğrardım. Gözlerimi diker ellerimin işleyişini hayretle izlerdim. Bir dal parçasını dikenlerinden, yapraklarından temizlerdim, kabuğunu soyardım pürüzü kalmayıncaya kadar.
Yürürken taşlara tekme atardım. Sopam ile vızıldayan sinekleri, arıları kovalardım. Sineğin, arının sesi kurşun sesi gibi gelirdi. Vızıltıları kurşun vızıltısıydı. Çok küçüktüm. Kapalı bir kapı ve kurşun vızıltısı ile ben. Görmedim kurşunu, ete girişi, kemiği kırışının çıtırtısı ve yavaşça sesin sönümlenmesi. Artık kafamın içinde, kurşunun çarptığı duvarlardaki yankısı. Sekişini dinlerim ve yavaşça uzaklaşmasını.
Benim hikayem ölümümle başladı. Bir kadının göğsünden yayılan kanın akışıydı, başkasının ölümündeydi kendi ölümüm.
Ayakkabılarımız vardı, yalnızca bayramlarda giydiğimiz. El öpmelerimiz eksik kalırdı, bayram harçlıklarımız fazla. Baklavalar tabaklardaydı, yiyen ninem değil, çayı getiren annem değil. Bayramlar bir ölü gömme merasimi. Ne bilirdim, ne görürdüm annemin mezar taşını, bazen rüyalarıma gelirdi baş ucundaki sürgünleri kurumuş zeytin ağacı. Zeytin ağacı ile konuşurdum. Bana ondan haber verirdi, köklerinden aldıkları. Bir duamı beklermiş, öyle derdi zeytin, uyanır ona dua yollardım, ellerimi açıp sonra yüzüme sürerdim bir çocuğun özlemiyle.
Ne zaman vardım kendimin farkına? Varabilmiş miydim? O da meçhul. Bir ölü çocuktum ve o kadardım, adımı unutmak isterdim.
Bir şeyler demesinler bana. Kurşun geçerken kalbinden; değil de çıkarken, onu terk ederken kurşun, o zaman öldü. Bir kez mezarının başında yüzünü hatırlamadan yürüdüm, el ele tutuşmuştuk kardeşimle, o "neresi burası" derken. Şaşkındım. Biri eksikti etrafımızda. Arayıp duruyordum ancak neyi aradığımı bilmeden, neyi göreceğimi düşünmeden uzaklarla yakınlarla bir saklambaç oyunun içindeydim; dedemin ıslak gözleri.
Bir büyük boşluk var o mezardan kendi mezarıma. Neler sığmış o aralığa sanki on beş yıl değil de bir çağ. Boyum uzamış, içim boşalmış, kanım çekilmiş ayaklarımı sürümüşüm de derin izler bırakmışım geçmediğim yollara.
Adımı unutmak istiyorum. O ad bana ait değil, birilerinin damgası, birilerinin hatırası. Onların geçmişlerinin izleri benim üzerimde sürdürüyor var oluşlarını. Ben kendim olmaktan çok adı bana verilenin geçmişine dönüşüyorum. Beni ona benzetiyorlar, benden onun gibi olmamı istiyorlar. Biraz saygım bile kalmadı kendime, başkasına olduğu kadar.
Adımı unutmak istiyorum. Adsız kendim olmak istiyorum. Mezar taşıma bir isim yazılmasın istiyorum, ne doğum ne ölüm tarihi ne ruhuma bir Fatiha. Yazarlarsa eğer tek dileğim kardan, rüzgardan, güneş ve yağmurdan; çabuk silsinler harflerimi, kimliğimden arınayım. Ölümüm babamın benden kurtuluşu olsun, anneme yürürken.
Bilerek öldüm, bilerek öldük ikimiz. Öleceğimi biliyordum. selam söyledim benden uzak olanlara, benden uzaklaşmış bütün yakınlarıma. Son kez hatırlattım kendimi onlara. "Ben vardım," dedim, "haberiniz olsun, biriniz bile sarmadınız beni, aramadınız ama olsun, ölümüm hem sizin için en iyisi, artık düşünmezsiniz gerisini."
Yatmak, ağır yorganı tamamen üzerine çekmektir. Yorgansız uyku olmaz, sesleri tutar, içeri almaz, olanı dışarı bırakmaz. Yorgan uyumak demektir.
Kim hatırlayacak beni bundan sonra? Beni gömdüler, yorganmışcasına toprak attılar üzerime. Annemi ben gömdüm, babamsa beni. Bir kaç akraba, bir kaç arkadaş. Onlar da hatırlarsa bir kaç gün, bir kaç hafta.
Son anım silindiğinde birilerinin anılarından; ben de silinmiş olacağım, unutulacağım. Kendim bile olmayacağım. Bir adın sahibi, onun anıları olmaktan çıkacağım.
İsimsiz biri olarak kendimin silinişi anılarımın unutuluşu ile bir.
27.07.2024

21 Ekim 2023 Cumartesi

Cumartesi

cumartesi

bir yere yetişme telaşım yok
kahve presliyorum iki bardaklık
birazı soğumalık birazı içilmemelik
                    - bekleyecek unutulacak

mavi kupa
kırmızısı yıkanacakların içinde
üç dakikanın dolmasını bekledim
sonra dökme gücünü
mavi kupayı doldurdum
içme isteğini bekliyorum
kulpunu sol elime çevirdim

sıcak ilk yudum
ikinci yudum
perdeleri açmalıyım
üçüncü yudum
balkon kapısını da
dördüncü yudum
martı sesleri girdi odaya  
pek tanımam kuş seslerini
beşinci yudum küçük
belki karga sesleridir

cumartesi

kamyonlar sarsıyor evleri
altıncı yudum
radyoyu açtım
masa ne kadar dağınık
çok eşya var
zihnimin fazlalıkları kadar
eşyaların yerini değiştirdim
poşeti dolaba kaldırdım
dolapta pirinç dolu kavanoz
alış veriş fişlerini çantaya koydum
kalemler kablolar
yalnızca gözümün gördüğü yerleri temizliyorum
eşyalar hala azalmıyor

yedinci yudum
kupa biraz boş
benim içim doluyor
çamaşır makinesi çalışıyor
çok fazla gürültü
odadan sokaktan içimden
sekizinci yudum 
aklımda Celal Babam
nasıl hatırıma geldi
bin dokuz yüz seksen beş yılı 
gidenlerdendi

dokuzuncu yudum
        - için uzanamadım kupaya
yeni bir satıra geçtim
yedi kırk dokuz
cumartesi

bir Çin ezgisi şarkının içinde
nihayet dokuzuncu yudum
ardından onuncusu
ılık bir mayi akıyor boğazımdan
hala o Çin ezgisi
birazdan yeni bir program
saksafon solosu 
kuş sesleri

on birinci yudum
yüzyıllar geçmiş üzerinden unutulmuş
yüz yıllar sanki unutmak demek
o Çin ezgisi
stardust into man
hemen şimdi
tazecik hatırlamak
yeni yepyeni
o Çin ezgisi Rhonda Bellamy
okyanus diplerinden 
şimdi demek

on ikinci yudum
o Çin ezgisi Shaolin tapınağının
on üçüncü yudum
soğumuş kahve
ki ben soğuk kahveyi de severim
son yudumuna kadar
o kahve benim kaderim

on dördüncü yudum
kahve bitti
mavi kupayı tekrar doldurdum
başka bir kader
her seçim
her tercih
her dolduruş
farklı bir macera
saymayacağım yudumları
sadece içeceğim
Rhonda Bellamy dinleyeceğim



14 Ekim 2023 Cumartesi

İzleyiciler

1.

Yeni bir defter. 

Baştaki karalanmış sayfaları yırttıktan sonra temiz bir defter kalır. Yırtılan her sayfa bir unutuş, ama sayfanın yırtılıp parçalanması sonra atılması gibi mutlak bir unutuş değil. Kalan artıkları, çağrışımları ile kısmen unutulanlar geri getirilebilir, gelebilir, tekrar bilincimize çıkabilir, hayal meyal, bölük pörçük hatırlanabilir. Yırtılan sayfalarından sonra saf, temiz bir defter gibi değil unuttuklarımız.

2.
John LeCarre'nin Saygıdeğer Bir Öğrenci" kitabından bir bölüm alıyorum buraya.
"Bir sürü insan kuşkuyu meşru felsefi tavır olarak görüyor. Kendilerini tam ortada görüyor, oysa aslına bakarsan hiçbir yerde değiller. İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok, öyle değil mi?"
Karla Üçlemesinin ikinci kitabı "Saygıdeğer Bir Öğrenci". Birinci kitap "Tenekeci, Terzi, Asker, Casus" (Tinker, Tailor, Soldier, Spy) Türkçe'de "Köstebek" adı ile yayınlanmış. İkinci kitap, "Saygıdeğer Bir Öğrenci", üçüncü kitap ise "Smiley'in İnsanları". "Saygıdeğer Bir Öğrenci" diğerlerine göre yeni çevrilmiş Türkçe'ye, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından. Diğerleri kadar popüler değil. Köstebek'in hem filmi (Gary Oldman) hem dizisi (Alec Guinness), Smiley'in İnsanlarının da dizisi (Alec Guinness) mevcut ama Saygıdeğer Bir Öğrenci'nin bilebildiğim kadarı ile veya Türkiye'de yayınlanmış bir filme veya dizisi yok.
Yukarıdaki alıntıyı Saygıdeğer Bir Öğrenci içinden aldım. Bugünkü medyayı, mecraları, 90'lı yılların MTV ve benzeri yayınlarının tarzını ortaya koyarken bir yandan da gizli bir eleştiri vücuda getiriyor. Vurucu cümle şu: "İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok."
Bu cümle üzerine örneklerle en az beş yüz kelimelik bir kompozisyon yazılabilir. O denli bugünü işaret ediyor, bugünün üstüne parmak basıyor. Sonra bakıyorum. Kitap ilk kez 1977 yılında yayınlanmış.

3.
Öncelikle kitaplardan cımbızlayıp çıkardığımız cümlelere, paragraflara yüklediğimiz anlamları yazarları düşünmüş olmayabilir. Sözün, konuşmanın, anlatının gelişine göre yazılmış olabilirler.
İki binli yılların başında MSN vardı. Anlık mesajlaşma uygulamalarının en popüler olanıydı. ICQ, Linux sistemler için aMSN de benzer özelliklere sahip uygulamalardı. MSN'nin özelliklerinden biri de eğer işaretlediyseniz yapılandırma bölümünde, tüm yazışmaları bir metin dosyasında saklardı. O saklanan metinlere gidip şiirler, düz yazı metinler çıkardığımı bilirim.
Bağlamlarından koparılan ifadelerin, kelimelerin, cümle veya paragrafların kendilerini yeni bir bağlam içinde yeniden üretebildiklerini söyleyebilirim.
O nedenle yazılı olana önem verme eğilimindeyim. Bağlamından koparıp başka bir bağlama ekleyebileceğim olanaklara odaklanırım. Zaten yazı dediğimiz şey de buradan başlamıyor mu?
Konuşma bunu size vermez. Uçar gider.
Yazarlar cümlelerini durumlar üzerinden olgunlaştırırlar, eğer altını çizmek zorunda oldukları didaktik kaygıları yoksa. Örneğin Proust'un herhangi bir kitabından duvara çerçeveletip asmayı düşünebileceğiniz bir cümle bulamayabilirsiniz.
Cümlelerin tasarlanmış hedefleri yoktur. Yol açarlar, yol alırlar, sizi bir yerlere götürürler, Proust'un gitmek istediği yere kadar size refakat ederler.
Okur ise kendisine bağlı olarak yazarı dışında farklı anlamlar yükleyebilir okuduklarına. Bu durum yazarın sorunu değildir. Artık o okurun sorumluluğundadır. Pablo Neruda şiirini bir kızı baştan çıkartmakta kullanan postacı ile konuşurken, "o şiir sizin şiiriniz değil, o şiir ona ihtiyacı olana aittir," der Postacı. Yazar / şair kendi dünyasında, okur kendi dünyasındadır. Yani okunulan cümlelere yüklenen anlamlar ön görülemezdir.
Yukarıdaki cümleye bakıp John LeCarre için "Ne kadar öngörülü bir yazarmış" diyemeyiz.
Öngörüsü olan yazar cümlelerinde, ifadelerinden, paragraflarından, anlattıklarından daha çok temada, anlatının tümünde ön görür, hisseder. Örneğin Robert Musil. Faşizmin gelişini "Öğrenci Genç Törless'in Bunalımları" romanı (1906) içinde daha yirmi altı yaşında iken görmüştür. Kitapta, çok az kişinin bildiği bir kapalı oda ve bu kapalı oda içinde yaşananlar anlatılır. Eğer herhangi bir okulun içinde kontrol edilemez bir kapalı oda varsa, faşizm eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Kapalı oda içimizdeki faşizmdir.
John LeCarre "izleyicilerin kazandığı hiçbir savaş" yok sözünü soğuk savaş sırasında sahada olmayan yöneticilerin, karar vericilerin uzaktan gazel okumalarına dikkat çekmek üzere Smiley'e söyletir.

4.

Gelelim bugüne. Deli bir savaş var. İsrail - Filistin - Hamas - Gazze. Hiçbir görüşüm yok, hiçbir fikrim yok. Herhangi bir fikir ileri sürmüyorum. Bir çok kişi, kanaat önderi, sosyal mecra fenomeni bana yakın, uzak görüşlerini açıklıyorlar. Malumat veriyorlar. Ülke liderlerinin demeçlerini tercüme edip yayınlıyorlar. Protestoların görüntülerini paylaşıyorlar. O kadar. Savaş orada devam ediyor. Tezlerimizde haklı olmak için kanıtlar arıyoruz, buluyoruz ve paylaşıyoruz. O kadar. Savaş hala orada ve devam ediyor. Nerede yaşıyorsak sabah uyanıyor, internete bakıyor, okuyor, kendimize ait bir süzgeçten geçiriyoruz. Sonra tekrar yazmaya, paylaşmaya başlıyoruz. Ama savaş hala orada ve devam ediyor.
Kimsenin "Haydi Gazze'ye gidelim, yürüyelim" dediğini duymadım. Yalnızca durdukları yerde varlar. Uçaklarla gitmek için ne paramız, ne uçağımız ne kalkacak ve inecek hava alanımız var. Ne otobüslerimiz ne de bizi sınırlarda durdurmadan geçişimize izin verecek devletlerimiz var.
Orada değiliz, orada olamıyoruz, gerçek olan bu. Seçtiklerimizin veya bizi yönetmeye talip olanların üzerinde etkimiz yok. Onların kararlarına yön vercek ne gücümüz, ne de onlara güçlük çıkartacak irademiz var.
Aramızda konuşuyoruz. Postlar yayınlıyoruz, çeviriler yapıyoruz, fotoğraflar paylaşıyoruz. Bol bol yazıyoruz. O kadar.
Tekrar yazmak durumundayım:
"İzleyicilerin kazandığı hiçbir savaş yok."

9 Eylül 2023 Cumartesi

O Yaz

dört duvar
tavan
yer
perdesiz pencereler

O terkedilip kaldığım günlerden beri, çiçekleri sulamayı bıraktığım, kedinin yemeğini unuttuğum ve kendisini beşinci kattan aşağı attığı günlerden beri, ayaklarının kırığını, o yeni taze üniversiteli kızın tedavi ettirdiği, sonra gebe kalıp dört tane yavru doğurduğu günlerden beri, yani terkedilip geride kalan olduktan sonra;

-Sen kimdin beni bırakıp giden, biri miydin, bir düş müydün, bir masal mıydın, bir anı mıydın, kimdin sen, bilmeden kim olduğunu terkedip gidenin-

Ama gerçekten bir odanın çıplak ampulün aydınlığında tek başıma kaldığım geceler doğru, çayı alt kattaki üniversiteli çocuklardan ödünç alıp demlediğim doğru, yalnızca ekmek, süt ve su ile uyanılan sabahlar doğru, ütüsüz gömlekler, paçaları sökülmüş, iplikleri çamurlu pantolonlar doğru, saçlarım kirden yapışmış, sakallarım uzamış kanlı gözlerim doğru, yokuşlardan otobüslere koştururken ayaklarımdan fırlayan benim olmayan ayakkabıların iğretiliği doğru; güneşin ateşi, ışıksızdı, vardı, bir de vızıldayan sinekler lambanın etrafında. Sandığıma sırtımı verdiğim,

–Başka taşıyacak bir şeyim yoktu eşyalarımı, yani birkaç gömlek, pantolon, çamaşır, bir iki çarşaf, iki battaniye, bir yastık, kitaplarım ve defterlerimi içine koyup dolaştığım-

Bacaklarımın arasına aldığım kitap, dizimin dibinde açık bir defter, yanında kalem, diğer yanımda şantiyeden kalma ağaç kül tablam, içinde izmaritler, küçük tüp ayağımın ucunda üstünde demlenmiş çay, altı kısık; nöbetindeydik sensizliğin gecelerinde. duvar dibinde bir somya bir yatak, koli ters çevrilmiş üstüne konulmuş bir su bardağı, uzak gözlüğüm, yastığımın bir karış yukarısında vincent’in resmi, yanında bir ağlayan çocuk karpostalı, UNESCO kabarmalı, bir gazete kupürü, sırtını dönmüş boydan boya uzanmış çıplak bir kadının goya pozu. Yıldızları görünür etsin diye üfledim rüzgârlarla, bulutlara. Çay bayat, şeker yok, sigara bitmek üzere, ince halının üzerinden tozlar havalanıyor.


oturdum
yaslandım
duvara
bir bardak su içimi
soluklandım

Terketmek miydi, terk edilmek miydi zor olan. Kalan mı giden mi? ilk kez kalandım. Gitmek daha kolaydı. Kalmayacaktım. Biliyordum sonra, öğrenmiştim uzun yolları yürürken, gitmek de zordu, ama yolların bir adım sonrası vardı, bir sonraki kasaba vardı, bir sonraki çeşme vardı, bir sonraki mola vardı, ama kalanın hiçbir şeyi yoktu. ne bir sonraki arkadaşı vardı ne bir sonraki virajı ne bir sonraki rampası. İki adımda gideceği bir yatağı, kalkıp iki adımda döneceği bir minderi iki adımda bitireceği sigarası iki adımda sarhoş olacağı şarabı vardı. Ama sonrası yoktu, iki adım sonra uyku fikri, ölümdü, sonra sabah. iki adımda kapıya gitmek fikri, ölümdü. Ne kadar dışarıda olsa hep içinde kalan olacaktı ve hep içine dönen olacaktı.

Mahkeme kâğıtları diyordu telefonda bir kadın ağlamaklı, seni arıyorlar. Evet, beni arıyorlar. Çünkü ben kalandım. Firar eden etmişti, teslim olan teslim olmuştu, geri çekilen geri çekilmişti. Bir başına kalmıştım. Bir kadın sesi ağlamaklı seni arıyorlar, teslim ol, git konuş diyen. Zaten kalarak teslim olmamış mıydım, zaten o dört duvar yer perdesiz pencereler içinde teslim olmamış mıydım?

boşandım
nefesimden
damlalar
yaşadı
son talanımı

Ayaklarımı uzatmışım yere. Bir eski teypten çalan şarkılar. Sırtımda güneşin ve gündüzün ağırlığı, toz kokan odada, dün geceden kalan hiçbir şey kalmamış. Kim geldi kim kaldırdı. Belki ben sabahın sersemliğinde belki alt kattaki çocuklardan biri. Anahtar. Nedir ki neyi kapatıyorum neyin üstüne neyi kilitliyorum. Kırmızı balıkçı kazağım bu sıcakta kimin hazinesi olur ki, versem de açık bıraksam da üstünde unutsam da anahtarı ne değişir? Rüyalarıma giriyor kaçtığım yerler, tekrar dönmek için yolları arıyorum. bulamıyorum. Tek çarem kalıyor. Uçmalıyım. Rüyalarımda uçuyorum. Artık uyanasım gelmiyor, kalkasım gelmiyor yataktan. Rüya istiyorum. Rüya sarhoşuyum. Her tarafım tutulmuş yatmaktan ama rüya istiyorum. Bir kadın başımda rüya mı gerçek mi bir gözlüklü çocuk bakıyor bana gerçek mi rüya mı. Uçuyorum Elektrik tellerine konuyorum. bir kargayım gerçek mi rüya mı. Susadım. İçtiğim ne? su mu? Gerçek mi, rüya mı, gerçek mi, rüya mı?

bir masal okudum
satırlara
kendimden
muammalar
gizledim.

Rüyalardan çıktım. Hala terkedilenin kalanıyım. Gittiler. O soğuk gün, o yılın ilk günü bırakıp gittiler. Yalnızdım. Gidecek bir yerim yoktu. Gece olunca o soğuk eve çıktım. Terk edilmek tazeydi, kalan olmak nedir bilinmiyordu henüz. Soğuğa sarınıp uyudum. Kaç geceler yalnızlığı sarındım. Kaç geceler yalnızlığa uyandım. Kaç geceler yalnızlığa haykırdım. Kaç geceler korkuların ağlarına yakalandım. Yağmurlar yağdı, pencereler titredi rüzgârlarla. Bir kartal yuvasıydı en üst kat ve en son balkon. Çıktım kimi zaman balkona ve aşağıya baktım. Nasıl çarpacağımı düşündüm yere. Sonra içeri girip oturdum penceresiz odada. Işık batıyordu. Sesler batıyordu. Tek dinlediğim rüzgârdı, yağmur damlalarının vuruşu kirli camlara. Büyük boş salona geçerdim bazen. Yağmur yağarken. Damlalar iz olur da kayardı. Yollar çizerlerdi kendilerine dair. Hiç kimsenin görmesi önemli değildi. Damlanın kendi yoluydu işte. Kayar ve karanlığa karışırdı. Yere düşerdi belki ama yaşardı.

Yere çarptığımı düşünürdüm, tekrar penceresiz odaya dönerdim.

Yaz. terk edilmenin ne olduğunu öğrendim, kalanın ne olduğunu öğrendim. Sonra işte onu, kedimi buldum bir sokak kedisi. Avukatım vermişti. Beni bekliyordu. Benimle oynuyordu. Sarıldığım tek varlıktı. Ayaklarımdaydı, başucumda uyuyordu. Küçüktü sonra büyüdü biraz ama hep küçük kaldı gözlerimde. O yanımdaydı. O yanımdayken beni fikirlerim terk etti önce. Sonra direncim. Kapandım kapılara dışarılardan üstüme. Geceleri sabahlara dek başka göçebe odalarında kanatmaya devam ettim. Unuttum kapandığım kapıları. Uğramaz olmuştum. Kedim benim. Atmıştı kendisini, benim intihar atlayışımı düşündüğüm gibi. Kırılmıştı ayakları.

kedim
koparılmaz
yeşil daldan
silinmez maviden
haberliydi

Bir gece döndüm odama. O taze üniversiteli kız kucağında geldi yanıma. “Zeliş” dedi, iyi artık, “Zeliş” benim olsun mu? “Zeliş” senin olsun, “Zillim” senin olsun, “Zoyam” senin olsun. Ara sıra izin ver gelsin yanıma bazen bir gece yine sarılıp yatalım onunla, sonra ben sana usulca bırakırım zilli zeliş zoyamı. Senin uykularına senin rüyalarına emanet ederim onu.

Odamda oturuyordum. Sesler uzaklardan geliyordu. Asansörler çalışıyordu. Ben kalandım hem kedimin arkasından hem göze aldıklarımın arkasından kalandım. Beni terkediyordu, içimden bir şeyler sıyrılıp çıkıyordu. Bir enkaz kalıyordu geride, yığılmış bir kum tepesi.

sorularımı
savurdum
ummanları
dağıtan yele

Sorusuz kaldım. Sormak istemiyordum çünkü. Cevap aramıyordum. Cevap yoktu çünkü. Bir oluşun kesintisiz akışında eşyalar nesneler özneler nasıl yerleşirse yerleşsinler bağların gücünde kâğıttan kalelerdi. Gördüm zayıflıklarını. Tattım zayıflığın ölümcül tadını. Güç yoktu, bağlanmış bir ağ vardı, kimi gözenekleri geniş, kimi gözenekleri dar. Bir elekten geçen ve iri taneleri yukarıda kalan topraktık işte. Bazen alta geçiyorduk bazen üstte kalıyorduk. Bazen karılıyorduk bazen destek yapılıyorduk, bazen değerliydik bazen atılıyorduk, her an ve her an değişerek tane büyüklüklerimiz, her an ve her an ihtiyaç duyulduğumuz yerler değişerek kullanılıyorduk. Bir işte adam yerine koyuluyorduk, sokakta bir yerde itilip kakılıyorduk, bir meydanda yollarımız kesiliyordu, bir bilgisayarda problemler çözüyorduk, para deniyordu gündüzleri, akşam aşklar yasaklanıyordu. sorulara yer yoktu. Cevap yoktu çünkü. Soru soruyorlardı. Aldıkları cevaplar yanlıştı. Tek doğrusu vardı cevabın, bilmiyorlardı. Yaşamdı bu cevap, gerisi yanlıştı, ötesi yalandı ve sonu yoktu.

davul
gümbürtüsünde
üfledim
rüzgarı
deli deli

Tam Burası

“Tam burası” dedi, “çizeceğin yer tam burası” ve omuz başını gösterdi dövmeciye. Bir çapa resmi çizdiriyordu. Geçici bir dövme yaptırıyordu omuz başına.

Bütün denizcilerde olurdu çapa. Diğer dövmelerinin yanı sıra. Kimilerinde uzak bir adanın silueti belirirdi, kimilerinde bir “hülyanın gönlü yakışı” nakşedilmiş olurdu kalbinin üzerinde.

Onun için denizci olmak, balıkçı olmak aynıydı. Oltası olması onun denizci olması anlamına geliyordu. Bir sandalda kürek çekmesi onun denizciliğinin kanıtıydı.

Sahilde dolaşan bir köpeği okşadı. Ensesinden tutup gözlerine baktı korkarak. Sonra düşük kulaklarını okşadı yine köpeğin. Gözü “çapa”sına kayıyordu. Köpek de farketmiş midir denizci olduğunu?

Bir şişeye misinayı bağladı ve sardı düzgünce. Sonra ta uzaklara fırlattı misinayı. Şişeyi kuma sabitledi.

Kaya balıkları berrak suda yüzüyorlardı. Geceydi ve limanın oradan gelen gürültü ve sesler balıkları ürkütmüyordu. Gerilen ipi kontrol ediyordu ara sıra. Sonra köpeklerin yanına dönüyordu. Yavrularıyla oynuyordu. Ama yine de korkuyordu.

Kaç gün boyunca o dövmenin çıkmaması, silinmemesi için uğraştı. Yıkanıyordu ama ovmuyordu, suyu daha az tutuyordu oraya. Akşamları o yana yatmıyordu. Ama silindi bir gün kalmadı. O gün de yola çıkılacaktı. Bir tatillik ömrü olmuştu çapasının. Bir tatillik ömrü olmuştu dövmesinin.

**

Geçiciliklerin kalıcılaştığı anda susmak anlam kazanıyor.

***

Caddeden yukarıya doğru yürüdüğünüzde, sağlı sollu kahveler, nargile kokuları salınmış kaldırımlara. Her yan “cafe”, “patisseire”, “bar”, “pub”…Her yan “carlsberg”, “tuborg”, efes pilsen”, “beck”…

Simitçiler tezgâhlarını kapatmışlar… Çiçekçiler ellerinde gül goncalarını sevgililere uzatıyorlar. Dilenci kızlar ve çocuklar ağızlarında çiğnedikleri laflarla etraflarını sarıveriyorlar grupların.

İnsanların gürül gürül aktığı daracık yollarda, dışarıda yemek yiyenler. Kaldırımlara serilmişler et parçalarını lokma lokma atıyorlar ağızlarına ve karşısındakilerle hararetle tartışıyorlar. Garnitürler, soğuk içecekler…

Müzikler taşıyor karşı büyük binadan dışarıya… Daha akorlar basılıyor… Deneme sesleri… Kararmamış bir gökyüzüne inceden ayar çekiliyor akşamcı kadehlerinden…

Siyah pantolonlar, siyah tişörtler, uzun saçlar, kısa sakallar, kulaklarda değişik küpeler, kaşlar çizilmiş, bileklerde deri örgüler, tişörtlerde yazılar… Resimler… Parmaklarda yüzükler ve her bir parmakta ayrı ayrı.

Kokoreç, midye, çiğ köfte tezgâhları…

50 mumluk ampuller yanmış. Kendilerini bile aydınlatamıyorlar.

Döngü çok hızlı. Oturanlar. Bir iki bira içip evinin yolunu tutanlar. Uzun kalacak olanlar dostluklarını beklemektedirler tünedikleri sandalyelerde.

Her gün… Her gün…

Ben neredeyim? Sen neredesin?

***

Geçiciliklerin kalıcılaştığı anda susmak anlam kazanıyor.

***

Demirler dövülüyor. Kaynak arkları fışkırıyor masmavi. Bir kamyon yükünü boşaltıyor. Bir kazan yükleniyor bir römorka. Tahta sandıklar çakılıyor. Her çeşit araba, en iyisinden. Klimalar üfürüyor sıcağa içeriden. Ellerinde çantalılar, boyunlarında kimlikleriyle, girip çıkıyorlar atölyelere.

Bir zamanlar sen de böyleydin. İşçiler hep kuşkuyla bakarlardı sana. “bunun ne işi var buralarda” dediklerini anlardın gözlerinden. “neden geldi”, “yeni bir tezgâh mı gelecek yoksa?”

Bir zamanlar sen de böyleydin. İçlerini yatıştırmak için “merhaba”, “kolay gelsin” derdin. Ama onlar seni anlarlar mıydı? Kuşkuları yatışır mıydı? Bilinmez. Küçük bir çırak bakardı belki yalnızca sana. Belki “ahh, ben de olabilir miydim böyle”nin bir bakışıydı o bakışlar. Diğerlerinin umutları kediye yüklenmişti bir kez… Onlar hor bakarak temizleniyorlardı.

Tezgâhlar çalışırdı. Demir talaşları, spirallar, geniz yakan ısınmış metalin keskin kokusu. Yerlerde toz ve toprak.

Çok gittin, çok geldin. Girdin ve çıktın. Yazdın ve çizdin. Selamlaştın. Bir zaman sonra o yağlı nasırlı eller uzandı sana. Tokalaştın.

Tezgâhlar dururdu. Sen durmazdın. Akşamlar olurdu. Sen akşam olmazdın.

Metrolarda birlikte dönerdiniz gecenize. Onlar kendilerini bırakmaya giderlerdi yataklarına. Sen kendini bırakmaya giderdin biraya, votkaya, kahveye, çaya. Onlar bir gün sonrasına hazırlanırlardı uykularında, sen bir gün sonranı kapatırdın sabahlarında. Dışarı çıktığında için dolardı güzelliklerle. İçerideysen nefretin ürerdi bir köpek yalnızlığında.

Hep dışarı çıkmaya başladın. Dışarılar çağırıyordu seni. Gel diyordu sana… Fırsatlarıma gel, bilinmeyenlerime gel.

Sonra gördün ki, dışarılar da içeriymiş.

Bir demirin ucundan tutmakmış gerçekten dışarı, bir domatesi, biberi birlikte yemekmiş, bir diş sancısı için rakı bulanmış pamuğu dişe bastırmakmış dışarı. Yürümek değilmiş, otobüsler, metrolar, minibüsler, taksiler değilmiş dışarı. Dışarı insanlarmış. Çürük dişler, yanık tenler, dilenciler, kırık tırnaklar, yaralı yüzler, küfürlermiş dışarı. Stop etmiş bir arabayı itmekmiş dışarı çıkmak. Merdivenden inemeyen bir çocuk arabasının önünden tutmakmış.

Beklenmeyenlermiş dışarı. Beklenenler hep içeri. Geçiciliklermiş dışarı. Kalıcı olanlar hep içeri. Çok oldun mu birilerinin içinde. Çok oldun mu hayatlarda. Çoğaldın mı anlarda ve anılarda. Dışarıdasın.

***

Geçiciliklerin kalıcılaştığı anda susmak anlam kazanıyor.

***

Bir telefon çalıyor. Bir mesaj geliyor, bir ödeme emri, bir koli, bir zil çalıyor, kapılar kapanıyor, rüzgâr camları çarpıyor, perdeler sıkışıyor pencerelere. Ağaçlar sallanıyorlar. Bir güvercin pencere pervazında. Guguklar ve karga gakları.

Hayatın kendi ezgisi dolduruyor kulakları. Düzensizliği içinde bir ahenkle. Düzenli sesler içeri, sokağın, dağın, ormanın sesi dışarı.

Çaydanlığın fokurtusu dışarı, haberleri okuyan spiker içeride.

Dağlara yürüyeceğim. Yüksek tepeler tırmanacağım. Ağaçların altında uyuyacağım. Asfalttaki çizgiler boyunca adımlayacağım günlerimi. Bekleyecekler beni, arayacaklar. Bulacaklar beni ama beni bulamayacaklar içerlerinde. Ben dışarılarda olacağım. El edeceğim onlara onların yanındayken. El edeceğim onlara onlarla yürürken, içerken.

Geçicilik dönmeyecek kalıcılığa… Donmayacak karelerde anlar. Yalnızca bir iz düşümü olacak fotoğraf hayatın; baktığınca; gördüğünce. Gördüğün geçicilik olacak. Kalıcılığı görürsen yırt at kareyi, parçala, diyeceğim.

***

Geçiciliklerin kalıcılaştığı anda susmak anlam kazanıyor.

Gölgemin geçiciliği ne güzel, ölümün kalıcılığı ne kadar suskun

Sözün bittiği yer


hrant dink: sözün bittiği yer.

o zaman başka birisi konuşsun benim için.

scott fitzgerald'in "muhteşem gatsby"si can yücel çevirisi ile şöyle başlar:

"babamın toy çağımda bana söylediği bir cümle kulağıma küpe olmuştur. 'birini tenkide kalkacak olursan, ilkin onun seninle aynı şartlarda dünyaya gelmediğini düşün.'"

bu kadar basit aslında, bu kadar basit. kim olursa olsun veya ne olursa olsun, o senin şartlarının adamı değil. silahı doğrulttuğun adam senin şartlarında doğmadı, ipe çektiğin adam, zindana kapattığın adam senin şartlarında doğmadı ve sen de onun şartlarında doğmadın. senin hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya yoksulluğunun şartları ile hürriyetinin, esirliğinin, zenginliğinin veya fakirliğinin şartları aynı değil. aynı kopya değilsiniz. aynı kopya değilseniz o sana nasıl tahammül gücüne, seni anlama dürtüsüne, seni görme ve dinleme hassasiyetlerine sahipse senin de bu hassasiyetlere sahip olman, en basiti insan olarak, idrak, izan sahibi bir insan, bir kendinin farkında varlık olarak sahip olman gerekir.

ey tetiğin gerisindeki parmak,

ey arpacığın ardından kırpılmış göz,

ey silahı doğrultmuş el,

ey geri tepmeye hazırlıklı omuz,

ensesinden vurduğun, belki yüzünü göremediğin sendin, ama o ensesinden vurduğun, mutlaka bendim ve bizdik.

ey silahın ardındaki fikir,

biz bekleyenlerdik, susayanlar ve kıvrananlardık. dudağımız bilginin susuzluğundan kurumuştu. gizleri aralamaya ve bugüne çıkartmaya çalışıyorduk. iğne ile kuyu kazıyorduk, ama sonra birileri bizleri o kuyuların içine yuvarlıyorlardı. sesimizi kesiyorlardı.

ama görmüyordun ve hala göremiyorsun. ne acı.

son halka mıydı turan dursun, son halka mıydı uğur mumcu, son halka mıydı zeki erginbay, son halka mıydı mustafa hayrullahoğlu, son halka mıydı turan emeksiz, son halka mıydı sabahattin ali, son halka mıydı mustafa suphi, son halka mıydı hrant dink. ..

son yoktur ki, fikir her yerde yeşerir, silahların gölgesinde, kelepçenin kilidinde, yanan sıgaranın ateşinde. eksilttiğini sandığın her an çoğaldığımızı göremiyorsun.

ey silahın ardındaki fikir,

sen fikir misin, fikir olabilir misin?

en fazla korkak bir hiçsin.

Yabansılaşma

Gerçekten tüm bunları ben mi yaşadım?

Yatıp gecenin bir yarısı uyandığım bir gün, şimdi artık yaşamayan bir arkadaşım aklıma düştü. Sonra arkası kesilmeksizin unuttuğum ne varsa hepsi sökün edip geliverdiler. Eskiden alıp ödeyemediğim borçlarım, birilerine verdiğim kitaplarım, kaybolan resimlerim, gidip almadığım paltolarım, soğuk kış geceleri, sabahın erken saatlerinde inilen terminaller, babamla yaptığım tartışmalar, onun sözleri, annemin gözyaşları, uzun dağ yürüyüşleri, otostoplar, kamyoncu motelleri, sarhoş bir sürücünün yüz altmış km hızla Bolu Dağı'nı tırmanışı, frenler, sisler, uzun politik toplantılar, sigara dumanları, nikotin sinmiş perdeler, okulun kantini, yemek kuyrukları, satranç turnuvaları, mahkemeler, hacizler, hastane odaları, mezara annemi, babamı indirişlerim, özellikle cenaze namazlarına gitmediğim arkadaşlarım, dostlarım, yakınlarım.

Sökün edip geldiler.

Ben yaşamıştım bunları ve yazamadığım bir çok şey. Ne kadar uzaktılar bana. İçimden bir şeyler kopuyordu, herbirini geçmişin çapalanmamış topraklarına bırakıyordum ve oradan bana dönüp geliyorlardı, değişmeden, nasıl bıraktıysam, içimde söylenmeden kalan kelimelerin, hiçbir şeyi değiştiremeyecek ağırlıklarının izleri ile. Benimle hesaplaşmaya, defterleri tekrar tekrar açmaya, konuşmaya geliyorlardı. Sanki parmaklarımın ucu ile değebileceğini sandığım herşey bir perde ile ayrılmıştı benden o gece.

Sonra artık sık sık yaşamaya başladım o geceleri ve gündüze indi, kışın şehre inen kurtlar gibi, anılar. "Beatiful Mind" filminde matematikçinin yanında yürüyen şizofren dünyasının arkadaşları gibi, her gün bir başkası çalıyordu anı kapımı. Yürürken, sigara içerken, metroda giderken, bir iş yaparken, bakmışım o anıların içinde konuşmaktayım iç sesimle.

Artık onsuz yapamayacağımı söylediğim sevgililerim yoktu yanımda ve bana o sözleri söyleten duygunun nasıl bir duygu olduğunu unuttuğumu, o duygudan uzaklaştığımı ve en sonu aslında öyle bir duygumun kalmadığının farkına vardım hayrete düşerek. Demek ki yürek nasırlaşması buymuş diyordum.

Aslında aşk yok.

Yazdığım mektuplara nasıl güldüklerini hayal ediyordum. İsimlerinden yaptığım kaligrafilerin, çıkardığım şifrelerin, akrostişlerin, yürek sızılarının, uykusuz kıvranışların yalnızca bedensel beklentilerin zihinsel tepkileri olduğunu söylüyordum kendime.

Geçici olanın ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığı bir dünyada, biz, bizim olmayan bir zihinsel tahakkümün altında kaldığımızı görüyordum. İşler geçicidir, insanlar geçicidir, eşya geçicidir, mülk geçicidir, kariyer geçicidir demeye başlamıştım artık. Anılarımızda varlar ve hatırımıza düşmediği diğer tüm zamanlar içinde geçiciliğin sisleri içinde kaybolanların, unutulanların, gizlenenlerin, anlık çıkışları, geliş gidişleri boksörün yediği kontra yumruklar gibi vurmakta olduğunu görüyordum bana.

Karşı yumrukların en acısı sevgi denilen yumruktu. Dilimize pelesenk ettiğimiz, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadığım, anlatamadığım, seyrettiklerimden, okuduklarımdan, dinlediklerimden, duyduklarımdan tanımlamaya çalıştığım ama kendi başıma kalıp da nedir diye sorduğumda herhangi bir cevaba ulaşamadığım sevgi en acımasız yumrukları vurandı. Ama neydi sevgi?

Sevgi diye bir şey yok.

Yani ayrılmış, kategorize edilmiş bir "sevgi" kavramı yok. "Sevme" eylemi ile ortaya çıkan bir kelime olarak karşımıza gelen "sevgi" içi boşaltılmış bir kelime. "Sevmek" eylemi de içi boş bir eylem. Kediyi okşamakla biz "kediyi sevdiğimizi" söylüyoruz. Oysa yaptığımız yalnızca bir okşama ve onunla kurduğumuz karşılıklı ilişki. Çocuğumuzla kurduğumuz ilişkinin özetlenmiş bir haline sevgi denildiğini düşünüyorum. Sevgilimizle ulaştığımız bir düzeyin ayrıntılarından arındırılmış ve damgalanmış bir kelime. Proust'u okurken farkına varıyordum veya İskenderiye Dörtlüsü'nü. Hallerin, olayların, anların dibine sızan bir yoğunlaşmanın, herhangi bir anın basit, yalın göstergelerine sinen o küçük kıpırtıların toplamını adlandırmak arzusu ile üretildiğini düşünüyorum "sevgi"nin veya "sevme"nin.

Annemi ne kadar çok sevdiğimi söylemedim ona. Babamı, karımı veya çocuklarımı ne kadar çok sevdiğimi söylemedim onlara. Onlara karşı duyduklarımın bir tercümesi olmayacaktı çünkü bu sözcükler. Karşılamıyordu ve karşılamayacağını biliyordum. Yüzlerine bakmak, ellerini veya saçlarını okşamak, kokularını içime çekmek, soluk alış verişlerini dinlemek, nefessiz kaldıklarında kulağımı ağızlarına yaklaştırmak, uykularını, izlemek, oyun oynarken gülmelerini dinlemek, kızgınlıklarında hırslarını, öfkelerini dolaysızca dışa vurmalarını görmek, bunların ve dile getiremediğim diğerlerinin toplamına bir tanım getirmek ne kadar anlamlı hiç bilmiyorum.

Yabansılaştığımı düşünüyorum. Eskilerin dolaysızlığı, hoyrat ve dobralığı içinde ancak suskun, sessiz, kör karanlıkların sardığı sislerle sarılmış yaşadığımı.

Pencereden dışarı baktığımda gözümü dolaştırdığım tüm nesnelerin, tanıklık ettiğim olayların içinden geçip gittikleri zaman bağlamıyla kurdukları ilişkilerin dolaysızlığına kapıldığımı hissederdim genellikle ve onların üstünden dokungaçlarıyla bir şey alıp sentezleyen zihnimin, hiç umulmadık anlarda karşıma çıkardıklarının şaşkınlığının etkisiyle sabitleşir, derinleşir ve boşluğun kuytusuna dalardım.

Su sıçratan arabalar, kuşların ürkekliği, köpeklerin yılgınlığı, kedilerin acımasızlığı, çocukların bağrışlar bir küçük ok gibi deler geçerdi zihnimi. Küçük bir ok, hani neredeyse çocukken oynadığımız oyuncak ok kadar küçük, çelimsiz ve kırılgan, ancak dokunduğu yeri yakan bir ısırgan otu kıvamında acılı bir ok. Anlatılacak olan nedir ki? Bir hiçlik sarmalı. Neden - sonuç bağlamlarından yıkanmış, oluveren ve ıslatıveren bir çiseleme anı.

Bazen arkadaşların evinde kaldım. Soğuğu özledim. Dışarıda kalamıyorum artık. Eve çekilmek istiyorum her an.

Neden?

Artık dışarısı yoruyor beni. insanların sığlığı, ilkesizliği ciddiliği, oyun oynar halleri… Herhalde tek başına kalmaya artık iyiden iyiye alıştım. Kaçmak, saklanmak değil, umursamazlık hiç değil. Çünkü içten içe sorumluluk dürtüsünü engellemek çok zor, engellemek neredeyse mümkün değil. Umursamazlık işte bu sorumluluk duyma dürtüsünün bastırılması, yok edilmesi ile gerçek olabilir gibi geliyor bana. Kırılmak. Aslında umursamazlığın sonucu kırılganlığın yok olması demek. Kırılganlık varsa umursamazlık yok, demek istediğim şey yalnızca bu.

Farkına varabildiğin anlardan bir an sadece, adlandırılan mutluluk, neşe, arzu ile.

Anı yakala, ki anın farkına varabilesin. Anın farkına vardığında onun değiştirilemezliğine şahit olursun, ki kabullenmelisin. Kabullenirsen olayları, olguları kendini hayatın akışına bırakırsın.

Anı yakala.

Anın farkında ol.

Kabullen.

Kendini akışına bırak içinden akıp giden arzularının.

Ancak yakaladığın anı yaşadığının farkına varırsın. Anı yaşa derken veya anı yaşamak gerek derken, yalnızca kendi heveslerinin, heyecanlarının peşinde olanların dillerine pelesenk ettikleri, alttan alta da "benim ne olduğuma bakma, yalnızca arzularının peşinde -yani açıkça bana takıl, bana bağlan, bende kendini erit, bana teslim ol olarak okunabilecek anlamlar yükleyenlerin beklentileri- koş diyenlerin "anı yaşa" terennümlerinin yansıması değil.

Bir zen hikayesi vardır, kısaca anlatmak gerekirse:

Bir yaşlı adamın bir atı varmış. Bu atın ünü öyle yayılmış ki, bölgenin derebeyinin kulağına kadar varmış. Çıkıp gelmiş yaşlı adamın yanına. "Atını bana ver, ben de sen ne istersen sana vereyim," demiş. Yaşlı kabul etmemiş. Derebey gittikten sonra köyün ileri gelenleri gelip yaşlıyı kınamışlar. Yaşlı adam demiş ki, "fazla abartmayın, atı vermedim ve olan yalnızca bu."

Bir gün yaşlının atı kaybolmuş. Köyün ileri gelenleri yaşlıya varmışlar, onunla alay etmişler. Yaşlı, dün atım vardı, bugün yok. Dün ile bugünü karıştırmayın. Olan bu," demiş.

Bir kaç gün sonra yaşlının atı önde arkasında yirmi yaban atı çıkıp gelmişler köye. Köyün ileri gelenleri yine yaşlının yanına gitmişler. Yaşlı, "önemli bir şey yok," demiş, "dün atım yoktu, bugün yirmi bir atım var, dün ile bugünü karıştırmayın, olan bu," demiş.

Yaşlı adamın oğlu atları tımar ederken günlerden bir gün, bi atın çiftesi ile sakatlanmış. Yine köyün ileri gelenleri yaşlının yanına varmışlar. Yaşlı yine "dün sağlam bir oğlum vardı, bugünse kötürüm bir oğlum var. Olan bu", demiş.

Sonra zaman içinde imparator komuşu ülkeye savaş açmış, köyün tüm delikanlıları askere alınmış. Ancak yaşlı adamın kötürüm oğlu köyde kalmış. Köyün ileri gelenleri yine yaşlıya gitmişler. "Dün sizin oğullarınız vardı, bugün yok, sizin oğullarınız askere gitti, benim oğlum kaldı, olan bu". demiş.

Bu hikaye böyle gider.

Hep "olan bu" der yaşlı adam. dünle bugünün kesin farklılığını ortaya koyar, neden sonuç ilişkilerine dayanmaz.

Bir bilardocu gibi her ıstakanın bir önceki ıstakadan bağımsız olması gibi, insanın da bir önceki anından bir sonraki anını ayırmasını söyler.

İşte o bir önceki andan bir sonraki ana geçerken o geçişi fark edebiliyorsak, o anı yaşıyoruz demektir.

Farkına vararak yabansılaşıyordum. Yabansı bir yabancı. Hani yeni görülen bir yabancıdır da bir kaç zaman sonra bizden olacakmış gibi düşündüğümüz, ama öyle olmayıp ve kayıp giden, unutulan, izsiz ve sözsüz. Sığınılan kelimelerin ne kadar yetersiz kaldığını gören ve gereksizliğini duyan bir yabansı yabancı.

Metroda, otobüste yığılan kalabalıkların artık dokunamaz, etkileyemez kaldığı bir yaban. Konuşmaların sığlığını duymuyorum, şakaların şaka olmaktan çok bir kırma edimi olduğunu hisseden bir benlik olarak kendi kapanışına içini çeviren bir yaban. Karşıdan karşıya koşmadan, sakince geçen, bekleyen, kenara çekilen ve neredeyse her mimiğin, her sözün, muşambadan kayıp yere düşen damlalar gibi hiçbir etki bırakmaksızın kaybolması gibi boşluklarımda yok oluyordu yabansılığım içinde.

Artık ne kadar az sözcük kullanılırsa hayat o kadar basit ve anlaşılır olacakmış gibi geliyordu. Simgeler, göstergeler belirliyordu. Sevmek fiilinin tüm duygusallığını ifade etmek için kullandığımız metaforlar, benzetmeler, dizeler, öyküler, anlatılar, görüntüler, sesler yerine yalnızca bir bakış, bir dokunuş, hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir çift kelime.

Artık hiç dışarılarda olmak gelmiyordu içimden. Eve gitmeliyim veya eve gitmeliydim. Evde olmalıyım veya evde olmalıydım. Keşke çıkmasaydım, bir daha çıkmamalıyım. Radyoyu açmasaydım, televizyonu seyretmemeliyim, seyretmeyeceğim.

Sonra tekrar dışarılar, tekrar radyolar ve tekrar televizyonlar, tekrar yolculuklar, yeni yüzler, yeni öyküler, yeni şehirler.

Gelip geçiciliğin, olmanın, dokunmanın ve gitmenin, kalmamanın, kalmak istememenin acılı ve derin çağrısı ile dönüp gelinen soğuk ev, soğuk odalar, yatıp uyunacak ve rüyalarla dışarı çıkılacak yatak. Kimsenin nefesi, sesi, hareketi yok. Devinim yok. Özlenen o hareketsizlik, sarıveriyor kapıdan içeri girince. Anlamsız kelime yığınları yok, anlamsız şarkılar yok, boşluğun ciddiliği içinde bir şekilde biriktirdiğim, unutmamak için mimlediğim ve bir çerçi gibi o masanın başına geçip herşeyi dağıttığım anlar.

Birbirinin arasında öğütülen zaman kalmayınca başlıyordu kavgalar, savaşlar. Kişilerin, kişiliklerinin savaşıydı yaşananlar. İddialar, üstün görmeler, hakir görmeler, zıtlaşmalar, kendini dayatma ve kabul ettirmeler. Beklentiler, umulmayanların oluşuyla ters yüz olup surata çarpan dalgalar gibi yıkan, yakan sözler. Bilgiler, bilgeler, bilgiçler, büyük erdemler, ahlaklılık, onur yapıtları, abide şahsiyetler, doğruyu hakettiğini, doğruluğun hakkı olduğunu dayatan heykeller, düşünen egolar.

Tutunduklarımızın aslında ne kadar zayıf payandalar olduğunu belki hiç bilemeden ölüp gidenler. Evet, sen haklısın. Değişen ne, dünya bir gün daha fazla mı geç girecek kıyamete?Evet ben yanlışım. Yanacağım ateş bilmem kaç derece sonra farkedilir mi olacak? Bak bin derece yerine bin beş yüz derecede yanıyorsun, denilen.

Rekabet, direnç, kavga, savaş, irade. Bu kelimelerde abartılı bir kendini beğenmişlik, yaratıcı benlik -demirguos- olduğumuz vehmi ile hep yeni mücadeleleri, yeni serüvenleri arıyoruz insan ormanları içinde.

Rasgele, herhangi bir ortak geçmişi olmayan bir kaç kişi bir araya gelip sabahlara dek yaptığımız bir tartışmada anı yakala - kabullen - kendini akışa bırak diyebileceğimiz bir barış iklimi bulmuştuk. Dönüp bakınca anı yakalama durumunun ne olduğunu pek hissetmemiş de olsam, savaşın kabullenememekten geçtiğini anlamam hiç zor olmamıştı. Düşündüğüm en zor davranışında akışa kendimi bırakabilme gücümün olmadığıydı. Açıkcası güçsüzlüğümün.

Huzur işte bu sacayağının üzerine inşa edilmiş, bunu anlayabiliyorum artık.

Huzur için evdeyim. Odadayım. Seviyorum dediklerim yoklar. Hepsi gitmişler, dağılmışlar. Toprak altlarına saklanmışlar, anılara sığınmışlar, gözden ırakta yaşam çevrimlerinin döngüsünde havadan aldıklarını havaya veriyorlar.

Oyunlar yok, mahzun toplar, öksüz bisikletler, kirli yer çizgileri.

Kim kimden uzaklaşıyor? Hayat mı benden, ben mi hayattan? Sanırım ben hayattan uzaklaşıyorum. Huzur bir çeşit yabansılaşma ve bu huzur bırakıp gitmenin bir yolu belki. Daha az acılı, daha az gözyaşlı, daha bir alışılabilir olan bırakıp gitme.

25.03.2009 - Ankara

Ben Şimdi Ölmedim

- Meçhul bir Ömer'e. Bir şiirin hikayesi, şiir yazılırken anlatılmaya başlar. Şiirle beraber hikaye yazılır. Ben şimdi ölmedim. Her iste...